Bu bölümde, Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşmazlık konusu olarak nitelendirilen ve ilişkilerin çatışmacı bir karakter kazanmasına neden olan sorunlar ele alınacak ve tarafların görüşleri tarihsel akışı içerisinde ele alınacaktır.
Bu bağlamda, iki ülke arasındaki asıl uzlaşmazlığın Ege Denizi’nde kurulacak olan yeni denge üzerinde olduğu söylenebilir. Gerçekten de, 1923 Lozan Barış Antlaşması ile kurulan dengenin artık iki ülke arasında güveni sağlamakta başarılı olmaması ve sık sık ihlal edilir olması, bu ülkeler arasında yeni bir statünün oluşturulmasını zorunlu hale getirmektedir. Lozan Antlaşması’nın iki ülke ilişkilerine sağlamış olduğu denge, dostluk ve işbirliğinin yanı sıra, karşılıklı güven esasına dayandığı halde, günümüz Türk – Yunan ilişkilerinde bu niteliklerin kaybolduğu gözlenmektedir.
Aslında, Türkiye ve Yunanistan arasında güven ortamının sağlanmış olduğu bir durumda bile, iki ülke arasında çeşitli uyuşmazlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü, iki ülke arasında statü saptanırken her iki tarafta da azınlıkların bırakılmış olmasının yanı sıra, değişen uluslararası hukuk kurallarının devletlerin egemenlik haklarına getirmiş olduğu yenilikler de aynı coğrafi konumu paylaşan Türkiye ve Yunanistan arasında yeni bir dengenin saptanmasını zorunlu hale getirmektedir.
İki ülke arasında karasularının genişletilmesi ve kıta sahanlığının saptanması konularında çıkan görüş ayrılıklarının temelinde, Ege Denizi’nin coğrafi ve jeolojik açıdan uluslararası deniz hukukunun getirmiş olduğu genel hükümlerin uygulanamayacağı bir karakteristik özelliğe sahip olması bulunmaktadır. Bu kendine özgülük, Lozan Barış Antlaşması ile ilkeleri kararlaştırılan, ancak, sınırları henüz harita üzerinde belirlenip bir antlaşmaya bağlanmamış olan Türk – Yunan karasuları sınırlarının belirsizliği ile birleşince, Ege’de statükoyu tartışmalı ve dolayısıyla duyarlı hale getirmektedir. Bununla birlikte, iki ülke arasında sağlanacak bir karşılıklı güven ortamı, sorunların çözüme vardırılması çabalarında taraflara kolaylık ve anlayış birlikteliği kazandırabilir.
Gerçekten de, iki ülke arasında karşılıklı güven sağlanamadıktan sonra uzlaşmazlık konuları üzerinde yapılan girişimler sonuçsuz kalabileceği gibi, tarafların sorunları hukuksal ve/veya siyasi olmayan yollardan çözümlemeye gidebilecekleri olasılığı da gündemde yer etmeye başlamaktadır. Bu durum ise, uzlaşmazlığın giderek katılaşmasına yol açmaktadır.
Türk – Yunan sorunlarına geçmeden önce vurgulanması gereken diğer bir nokta ise; tarafların aralarındaki sorunları nasıl nitelendirdikleridir. İki ülke arasında yapılan diplomatik girişimler sırasında, taraflar, uzlaşmazlık konularının hangi noktalar üzerinde yoğunlaşmış olduğu üzerinde bile çoğu kez anlaşamamaktadırlar. Örneğin, Türkiye, Lozan Antlaşması hükümlerinin Batı Trakya Türk azınlığına tanımış olduğu haklara ve getirmiş olduğu yükümlülüklere uyulmasını Yunanistan’dan istediğinde Yunanistan, Lozan’da azınlıkların etnik değil dinsel kimliklerinin esas alınmasına dayanarak Türkiye’yi yapay bir azınlık sorunu yaratmak ve kendi içişlerine karışmakla suçlayabilmektedir.
Bir diğer yaklaşım farklılığı ise, görüşmelere başlanması konusunda çıkmaktadır; Yunanistan, Türkiye ile yapılacak bir görüşmenin ön şartı olarak bu ülkenin Kıbrıs’ta bulundurmuş olduğu askeri varlığını geri çekmesini, Kıbrıs Rum toplumunun egemenliğinde üniter bir devlete evet demesi gerektiğini ileri sürmekte ve ancak, Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunduktan sonra, iki ülke arasında Ege Denizi üzerinde çıkan sorunları görüşmeye razı olmaktadır. Türkiye ise, BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde devam eden toplumlararası görüşmelerin her iki ülke tarafından da desteklenmesi gerektiğinden hareket ederek, iki ülkenin de doğrudan taraf olmadığı bu sorunu bir tarafa bırakarak Ege Denizi’nde gerginliğe neden olan asıl sorunlara çözüm bulunması gerektiğini savunmaktadır.
Bununla beraber, iki ülke arasındaki sorunların çözümünü sağlayabilecek girişimler sırasında hangi yöntemlere dayanılacağı konusunda da görüş ayrılıklarından söz edilebilir; örneğin Yunanistan, Ege Denizi kıta sahanlığı sorununun iki ülkenin Uluslararası Adalet Divanı’na başvurulmasıyla ve Divan’ın vermiş olduğu kararlara her iki tarafın da kesin olarak uymasıyla çözümlenebileceğini savunurken Türkiye, uyuşmazlığın ancak iki ülke arasında yapılacak olan ikili görüşmelerde başarı sağlanamaması ve tartışmalı bölgelerin belirlenememesi durumunda Divan önüne götürülmesi gerektiğini savunmaktadır.
Taraflar arasında doğrudan sorunların özüne ilişkin olmayan konularda bile görüş ayrılılıklarının bulunması, durumu güçleştirmektedir. Bu güçlükler iki ülke arasında sürdürülen iletişimin ve görüşmelerin kopmasıyla artmaktadır da, bu ise, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde süren gerginliğin her iki tarafta olduğu kadar üçüncü ülkeler arasında da artık kanıksanmasına yol açmaktadır.
Bütün bunların yanı sıra, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar ve tarafların konuyu ulusal kamuoyları önünde birer “ulusal dava” olarak göstermiş olmaları, süreç içerisinde, dış politika karar alıcılarının hareket alanlarını sınırlayıcı bir etki de yaratmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, özellikle taraflar arasında bir diyalog süreci başladığı durumlarda ulusal kamuoylarının hükümetlerini herhangi bir taviz verip vermediği bakımından duyarlılıkla izlediği görülmektedir. Hükümetler, ulusal kamuoyları önünde ulusal çıkarlar ve haklardan ödün vermekle suçlanmak istememektedirler. Bununla birlikte, özellikle son dönem gelişmeler dikkate alındığında, her iki ülkede de fanatik milliyetçiler bir yana bırakılırsa, ulusal kamuoylarının iki ülke arasında bir diyalog sürecinin başlatılması ve samimi çabalarla sorunların ele alınarak hakkaniyet ve adalete uygun barışçıl çözüme ulaşılabilmesi yönünde politikaları arzuladığı ve desteklediği görülmektedir.
Bu bağlamda dile getirilmesi gereken bir diğer nokta ise, uluslararası siyasal sisteme ilişkindir; Rusya Federasyonu’nun Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarda genelde Batı, özelde ise, ABD çıkarları ile olan rekabeti dikkate alındığında, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın aralarındaki uzlaşmazlıkları en azından erteleyerek işbirliği olanaklarını güçlendirmeleri gerektiğine ilişkin telkinlerin yapıldığı görülmektedir. Bölgede istikrarın ve işbirliğinin sürdürülebilmesi bakımından, bu iki ülkenin ılımlı bir diyalogun ardından işbirliğine yönelik girişimlerini hızlandırmış olmaları dikkate değerdir.