Günümüz Türk – Yunan ilişkileri incelenirken, göze çarpan önemli noktalardan birini, iki ülkenin ortak bir tarihsel geçmişi paylaşmalarına karşın, bu geçmişin bıraktığı izlerin hiç de olumlu yanlarıyla ilişkilere yansımadığı, dolayısıyla, iki ülke ulusçuluğunun sürekli bir çatışma içerisinde bulunduğu gerçeği oluşturmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında oldukça uzun bir süre birlikte yaşamış olmalarına karşın, her iki ulusun birbirlerine karşı yaklaşımları, süreç içerisinde, dostluktan düşmanlığa yönelen bir gelişme çizgisi izlemiştir. 1830’dan itibaren, Osmanlı Devleti’nden kopmasına karşın, Yunanistan’ın, bu devletin sınırları içerisinde kalan diğer etnik/dinsel topluluklarla ve bu arada, Rumlarla olan bağlantıları devam etmiştir. Ortodoks Kilisesi’nin İstanbul’da ve Osmanlı Devleti’nin güvencesi altında bulunmasının yanı sıra, Fener Rumlarının bu ülkenin siyasi, ticari ve ekonomik yaşamında da etkin bir konumda bulunması, Yunanistan’ın uzun süre, Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde yaşamayı sürdüren Rumlarla ilişkilerini korumaya yöneltmiştir.
Osmanlı Devleti’nin 1453 yılında İstanbul’u sınırları içerisine katmasından sonra, bu devletin toplumsal ve siyasal görünümünde önemli bir değişiklik gündeme gelmiştir. Fetihlerle genişleyen Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan topluluklar arasında barış ve güvenin yanı sıra, her türden işbirliğinin sağlanabilmesi için, birbirlerinden farklı kültürel, dinsel/etnik kökenlere ve değerlere sahip toplulukların toplumsal statülerinin yeniden düzenlenmesi ve Devlet’in etkin garantisi, koruması altına alınması gerekmiştir. Osmanlı Devleti’nin Müslüman ve Müslüman olmayan halklarının aynı çatı altında yaşamaları için bu durum bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.
1453 yılında İstanbul’un alınması ile birlikte, giderek büyüyen Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Müslüman olmayan halkları bir arada tutmak için, bu halkların dinsel konumları ön plana çıkarılarak bazı azınlık haklarının tanınması gerekmiştir. Osmanlı Devleti’ni oluşturan esas unsurların İslamiyet’i benimsemiş olması, bu niteliklerinden dolayı egemenlikleri altındaki topraklar üzerinde yaşayan halklar arasında Müslüman olan ve olmayan ayrımının kesin bir şekilde yapılmasını gerektirmiştir.[1]
Tanilli’ye göre,”Üç kıtanın kavşak noktasında, otuz milyonluk nüfusuna dayanan Osmanlı gücü, XVIII. yüzyılın başlarında, Orta-Asya’dan X. yüzyılda yola çıkan bir Oğuz kabilesinin çifte hareketinin bir sonucudur; Biri, yerleşik düzene geçmedir bu hareketlerin; öteki, İslamın genel yayılışı içinde yer alan ve -esas bakımdan- XVI. yüzyılda sona eren askeri ve dinsel fetih. Dinsel yayılışın mirası, Osmanlı egemenliğini, bütün açıklığıyla damgalıyor. Gerçekten, İmparatorluktaki bölünme, dünyanın da bölünmesini belirliyor: Anadolu ve Arap eyaletleriyle Müslüman çoğunluğun yaşadığı Dar el İslam ve, Rumeli’yle Dar el Harb, Müslümanlar ve Müslümanlığı kabul etmiş olanlar, Müslüman olmayanlardan ve yabancılardan ayrılırlar.”[2]
“Uygulamada, dinsel ayrım, bir idari ilkeye yol açmıştı. Medeni hukuka ve sosyal sürdürülmesindeki çoğu şeye ilişkin konular, Millet adı verilen dört büyük din topluluğuna bırakılmıştı; İmparatorluğun bütün halkı da bunlardan birine giriyordu. Devlet, her düzeyde toplulukların temsilcileriyle görüşüyordu; ve her biri, bir azınlığın sorumluluğunu yüklendiğinden, yararlı bir hakem rolü oynuyordu devlet.” [3]
Osmanlı Devleti’nin bütün azınlıklara dinsel yönlerini ön plana çıkararak, bunlara kimi ayrıcalıklar tanımış olması ve Kilise yönetiminin almış olduğu kararların Osmanlı yönetiminin garantisi altında uygulanması, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar ve Avrupa’da sınırlarını genişletmeye başlamasına olanak tanırken, aynı zamanda Kiliselerin de etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki etkinliğini, saygınlığını artırmasına yardımcı olmuştur. Özellikle Ortodoks Fener Kilisesi’nin etkinliği giderek artmış, Kilise, azınlıklar açısından dinsel olduğu kadar belki de daha fazla, siyasal lider durumuna gelmiştir. Ortodoks Fener Kilisesi’nin yetki ve haklarının genişlemesi, bunların Osmanlı Devleti tarafından garanti altına alınmış olması, bir yandan Kilise’nin etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki denetimini güçlendirirken, diğer yandan da, ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamak üzere azınlıkların Kilise ile işbirliğine yöneltmiştir. Bu durum, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan, özellikle Fener Rumlarının, Osmanlı ekonomisi ve siyasi yaşamında önemli görevler üstlenmelerine ve ayrıcalıklara sahip olmalarına yol açmıştır.
Svoronos’un da belirttiği gibi; “Onsekizinci yüzyıl Hellen (Yunan) ulusu için bir dönüm noktasıdır. 1715’de, Peleponez’in işgali ile tüm Hellen dünyası Türk (Osmanlı) egemenliği altına girdi. Ekonomik yaşamı felce uğratan Balkan savaşları da sona ermişti. Barışla, Anadolu Avrupa ticaretinin merkezi oldu.”[4]
Osmanlı Devleti içerisindeki azınlıkların, Avrupa ile kurmuş oldukları ticari bağlar, bu azınlıkların kısa sürede, Osmanlı ekonomik yaşamında etkin rol oynamalarına yol açmıştır. Bu bağlamda, Yunanlıların diğer azınlıklar arasında sivrildiklerini belirtmek gerek. Osmanlı Devleti’nde ticareti elinde bulunduran azınlıklar içinde Yunanlılar, giderek etkinliklerini artırmışlar, özellikle deniz ticareti ile uğraşmakta oluşları ve Avrupa’da yaşayan Yunanlıların sahip oldukları kapitülasyon haklarından faydalanabilmeleri, onlara önemli ayrıcalıklar kazandırmıştır. Fransa ve İngiltere arasında başlayan deniz savaşları sırasında Akdeniz ticaretini Yunanlıların eline geçmesi ve Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusların Ortodoks azınlıklar üzerinde bazı haklar elde etmesi ve Rum gemilerinin Karadeniz ticaretinde pay sahibi olmaları, Yunanlıların Osmanlı Devleti içerisindeki etkinliklerini artırmıştır. Avrupa ile kurulan ticari ve ekonomik bağlarla yaygınlaşan ilişkiler, giderek, siyasi alanda da Yunanlıların, özellikle Fener Rumlarının devlet yönetimi içerisinde bulunmalarını kolaylaştırmıştır.
18. yüzyıl içerisinde Osmanlı Devletinin bir gerileme süreci içerisine girmiş olması, 1789 Fransız Devriminin etkileriyle birleşince Avrupa topraklarından hızla geri dönüş yaşanmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya açılan kapısı Balkanlar, ulus bilincinin etkilemiş olduğu ilk bölgeler olmuştur. Osmanlı merkezi yönetimi karşısında belirgin bir ekonomik ve yönetimsel serbesti kazanmış bulunan bölge halkları, bir yandan bu özelliklerini kullanarak diğer yandan da, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’dan atılmasında çıkarları açısından beklentileri bulunan İngiltere, Fransa ve Rusya gibi güçlerden destek sağlayarak Osmanlı yönetimine karşı ulusal ayaklanma başlatmışlardır.
Yunanlıların ulusal uyanışı ise, bir yandan Ortodoks Kilisesi’nin etkisi ile ve eski Yunan kültürünün etkilerinin izlendiği bölgeler üzerinde Bizans İmparatorluğunun yeniden canlandırılması ülküsü üzerine kurulu olarak gelişirken, diğer yandan da, Fransız Devrimi’nin ideolojik çatısına dayandırılmaya çalışılmıştır.[5] Özellikle, Avrupa ile bağlarını geliştiren Yunan ticaret burjuvazisi, sınıfsal etkinliğini ve gücünü kullanarak, kurulacak Yunanistan devletinin yönetiminde söz sahibi olmanın arayışı içinde olmuştur.
B. Oran’a göre; “Osmanlıların 1715’te Mora Yarımadasını fethetmeleri ve böylece Yunanlıların yaşadıkları bölgelerin tümünü Osmanlı bayrağı altında toplamaları çok önemli bir sonuç yarattı: Helenizm’in (yani tüm Yunanlıların) siyasal birliği ilk kez kurulmuştu. Bizans İmparatorluğu’nun son zamanlarında uyanmaya başlayan Yunanlılık bilinci bölgeye ilk kez barış getiren işte bu siyasal birlik altında gelişti. Siyasal ve ekonomik karmaşadan kurtulan Yunanlı gemiciler… Yakındoğu’nun en önemli tüccarları haline geldiler. (…) İşte, bozulan Osmanlı toprak düzeni ve siyasal yapısının reaya yanında Yunan köylüsünü de ezmesinin yarattığı tepkiden ve 1763’ten başlayarak Balkanlarda başkaldırma tohumları eken Rus ajanlarının yaptığı etkiden çok daha ötede, 1821’de patlak verecek olan Yunan bağımsızlık savaşında bu ekonomik gelişme ve yarattığı yeni sınıf en belirleyici rolü oynadı.” [6]
“Yunan ihtilali, Osmanlı tarihi bakımından son derece önemli bir olgudur. Çünkü bu hareket hem diğer ulusal hareketlerin doğuşunu ve gelişmesini etkilemiş, hem de onlara başarılı bir örnek teşkil etmiştir. Ancak aynı hareket Osmanlı sınırları içinde kalan Rumların itibarını sarsmış ve yükseliş süreçlerini yavaşlatmış, hatta durdurmuştur. (…) Osmanlı Rumlarının önemli bir kısmı yeni kurulan küçük Yunan Devletine fazla bir güven duymamışlar, çıkarlarının Osmanlı İmparatorluk kadrosu içinde daha iyi korunduğu inancı ile Osmanlı Devletine sadık kalmışlardır.”[7]
Balkanlarda ulus bilincinin yaygınlaşmaya başlaması ve bunun Yunan ulusunun bağımsızlık mücadelesinde gündeme gelmesi, bölgesel üstünlük arayışı içerisinde olan Fransa ve İngiltere’nin yanı sıra, Avrupa’dan ve Balkanlardan Osmanlı egemenliğini silmeyi amaçlayan Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkilerde de kendini göstermiştir. Özellikle Osmanlı-Rus çatışmasının, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasında önemli rol oynadığı söylenebilir; Osmanlı Devleti’nin yenilmesi ve Edirne Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmasıyla, Yunanistan, bağımsızlığını kazanabilmiştir.
Osmanlı toplumsal yapısı içerisinde azınlıkların dinsel kökenler dikkate alınarak değerlendirilmiş olması, Fener Ortodoks Rum Kilisesi’nin Balkanlardaki Hıristiyan halklar üzerindeki etkinliğini artıran bir etki yaratmıştır. Bu bağlamda, Balkanlardaki diğer ulusal ayaklanmaların, bu ayaklanmaların dinsel nitelikli olarak gündeme geldiği dikkate alınırsa, bir başka açıdan, başlangıçta, Fener Ortodoks Rum Kilisesine karşı yapıldığı söylenebilir. Gerçekten de, Balkanlarda din öğesi uluslaşma çabalarının ayrılmaz bir öğesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda Balkanlardaki ulusçu ayaklanmalar sırasında Fener Rum Kilisesi ile Bulgar Kilisesi arasında süren yoğun güç mücadelesi, bu ulusların bağımsızlık süreci içerisinde dinsel açıdan da karşı karşıya gelmelerine yol açmıştır.
Diğer bir açıdan, Yunan ayaklanmaları sırasında ve sonrasında Fransa, İngiltere ve Rusya’nın etkin bir rol oynadıkları ve Yunanistan üzerinde denetimlerini kurmaya çalıştıkları söylenebilir. Taner’e göre; “(…) Kısa süren devrimci kesintiler dışında bu dönemde Avrupa devletlerinde hep tutucu iktidarlar işbaşında idiler. Milliyetçi akımlar bu imparatorluklara da bir tehdit arzediyordu. Fakat gerek kendi köktenci kamuoylarını tatmin etmek, gerek Osmanlı Devletinde nüfuzlarını artırmak için ‘reformcu’ ve ‘kurtarıcı’ görünüyorlardı. Bu tutumun samimiyetsizliği, bütün Avrupa kamuoyunu heyecanlandıran bir ihtilalin sonunda kurulan Yunan Devletinde somutlaşmıştır: Bu küçük devletin başına uluslararası bir himaye anlaşması ile, Bavyeralı genç bir prens getirilmiş ve bu prens senelerce Yunanistanı ve Yunanlıları hor gören Avusturyalı müşavirleri ile idare etmişti. Yeni devlette kurulan siyasal partileri ise, garip bir şekilde, Fransız, İngiliz ve Rus partileri adını alıyorlardı.” [8]
Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ile birlikte, gündeme yeni konular eklenmeye başlamıştır. Özellikle, Yunanistan sınırları içerisinde yaşamlarını sürdürmeye karar veren Müslüman halk, bir anda azınlık durumuna düşmüş ve bunların hak ve statülerinin güvenceye alınması sorunu ortaya çıkmış ve bu durum, 1830 Londra Protokolü ile karara bağlanmıştır.
Yunanistan’ın 1830’da bağımsızlığını kazanması ve Osmanlı Devleti’nin 1832 yılında bu durumu, baskılar sonucunda kabullenmesi sonrasında, kurulan yeni devlet ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler gerginliğini korumuştur. Gerginliğin kaynağını ise, Yunanistan’da kurulan monarşinin dış politika çizgisinde bulmak mümkündür.
N. Svoronos’a göre; “Tüm Avrupa halklarının ulusal mücadeleleriyle sarsılan bir dönemde Hellen topraklarının ancak bir bölümünün kurtarılmasıyla Hellenlerin ulusal istekleri yerine getirilmiş olamazdı. Böylece Hellen dış politikasının temel amacı, ülke dışında kalan Hellen topraklarının ele geçirilmesi oldu. Ne ki Hellenizmin sınırlarını saptamak ve de bir devletin isteklerini sınırlandırmak güçtü. Sonuçta, Bizans İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmak fikri gelişmeye başladı. Bu, Yunanistan’ın uzun yıllar dış politikasına egemen olacak olan ‘Megali İdea’ dedikleri görüştü.” [9]
Gerçekten de Yunanistan, 1830’dan Balkan Savaşlarına kadar geçen süre içerisinde Osmanlı egemenliğindeki bölgelerde yaşayan Yunan unsurları üzerinde hak iddiasında bulunarak bu bölgelerdeki ayaklanmalara destek sağlamıştır. Fransa, İngiltere ve Rusya arasındaki güç ilişkilerine koşut olarak Balkan savaşlarına kadar Osmanlı Devleti’nin hukuki egemenliği altında muhtariyet tanınan Girit, Balkan Savaşları sonucunda, bu devletin büyük oranda toprak kaybına uğraması sonunda Yunanistan’ın egemenliğine geçmiştir.
Balkan Savaşları sonrasında yapılan düzenlemelerle bu savaştan yenik çıkan Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki toprakları büyük ölçüde paylaşılmış ve bunun sonucunda, Yunanlılar, Selanik ve Yanya’yı, Ege Denizi’nde ise Oniki Adalar dışında kalan adaları kendi topraklarına katarken, Osmanlı Devleti, Girit üzerindeki Yunan egemenliğini tanımak zorunda kalmıştır.
Balkan Savaşları ile büyük toprak kaybedilmiş olması ve askeri yenilgilerin yanı sıra ekonomik ve siyasi dengesizliklerin yaratmış olduğu toplumsal huzursuzluklar, yeni yönetimsel düzenlemelere gidilmesini gerektirirken, kaybedilen topraklar üzerinde kalan Türk/Müslüman halklara ilişkin hakların garanti altına alınması gereği ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine, Osmanlı Devleti ve Yunanistan arasında 1-14 Kasım 1913 Atina Antlaşması imzalanmış ve Yunanistan, sınırları içerisinde kalan Türk/Müslüman azınlıklar konusunda önemli yükümlülükler altına girmiştir.
Bir diğer açıdan bakıldığında, Balkanlardaki ulusçu yaklaşımların bağımsızlık tabanında gelişmeye başlaması ve Osmanlı toplumsal yapısının dağılmaya başlaması, gündeme, dağılan toplumsal sistemin yeniden nasıl düzenlenebileceğine ilişkin tartışmaları getirmiş; bu bağlamda, Osmanlı Devleti’ndeki asıl yönetici kesim olan Türklerin ulusal kimlik arayışları tartışılmaya başlanmıştır. Dağılan yapı içerisinde, Avrupa’daki gelişmelere ayak uyduramayan Osmanlı Devleti, bu gelişmelerin etkisinden kurtulamamış ve ikili bir kimlik bunalımı içerisine girmiştir; bunlardan birincisi, uluslaşma bilinciyle birlikte ortaya çıkan ve tartışılmaya başlanan Osmanlı kimliği -giderek Türk kimliği arayışı, diğeri ise, Avrupa’da yaşanan teknolojik yeniliklerle desteklenen bir toplumsal yapının özlemi içerisinde tartışılmaya başlanan Batılılaşma -çağdaşlaşma çabalarıdır.
Gerçekten de, “Osmanlı insanının kimliği yüzyıllar boyunca ’İslam kimliği’ olarak yaşanmış ve uzun süre Batı’da doğan milliyetçi akımlardan etkilenmemişti. Bu akımların ilk etkilerini Müslüman olmayan ve bu yüzden yönetici zümrenin dünya görüşü ile özdeşleşmeyen Osmanlı ulusları arasında göstermesi son derece doğaldır. Bununla beraber Osmanlılar için de böyle bir akımın dışında kalmak söz konusu olamazdı. XIX. yüzyılın ulusal akımları ‘ırk’ ve ‘etni’ kavramları çerçevesinde bir araştırma başlatmışlardı. Bu araştırmalar, sinoloji ve Türkoloji çalışmaları çerçevesinde XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlılara ulaşmıştı. Bununla beraber Osmanlıların İslamcı kimlikten ulusal kimliğe geçişleri, İmparatorluğun özel koşullarından doğan güçlüklerle doluydu. (…) Gerçekten Telhis’te Osmanlılar bir yandan Batı’yı yaratan Musevi-Hıristiyan kutsal tarihi oluşturan efsanelerle Yafes’e ve Hazreti Nuh’a bağlanırken; öte yandan da Moğollarla ve Doğu’lu ırklarla bağlanmaktadırlar.”[10]
Geleneksel Osmanlı toplumsal yaşamı içerisinde Türkler, bir yandan İslam uygarlığını yaymalarından ötürü övgüye layık görülürken diğer taraftan, Türk kavramı, küçültücü anlamda, uygarlığın gerisinde kalmış, yerleşik olmayan, göçebe yaşayan toplulukları nitelemede kullanılmıştır.
“XIX. yüzyılın başlarından itibaren dini inanç temeline dayanan Osmanlı kurumları giderek işlevlerini ve saygınlıklarını kaybetmişler. Askeri yenilikler, iktisadi ve mali çöküntüler ve iç huzursuzluklar bu gelişimde başlıca rolü oynadı. (…) Batı’da geleneksel düzenden, modern toplumlara geçiş; evrim ya da devrim yoluyla burjuva sınıflarının aristokrasiyi tasfiyesi sayesinde mümkün olmuştur. Soylu sınıftan yeni iktidar yapısıyla uzlaşanlar, ancak eski ayrıcalıklarını kaybederek ve en iyi durumda ‘burjuvalaşarak’ bunu sağlayabilmişlerdir. İşte Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘modernleşme’ denilen değişikliklerin farklı niteliği burada kendini gösteriyor. Osmanlı düzenini başta sultan ve sadrazam olmak üzere geleneksel yönetici zümre ‘değiştirmek‘ istemiştir.” [11]
Gerçekten de Osmanlı Devleti içerisindeki modernleşme eğilimi yüzeysel kalmakla birlikte, asıl olarak, yönetici kesimin yoğun çıkar ilişkileriyle bağlı olduğu düzenin çöküşünü önlemek için tepeden gelen istekler sonucunda gündeme gelebilmiştir. Modernleşme eğiliminin Batı’da olduğundan farklı bir şekilde Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkması, T. Timur’un da belirtmiş olduğu gibi, ulusal bir burjuvazinin oluşmamış olmasından çok Müslüman bir burjuvazinin kurulamamış olmasına dayandırılabilir. Osmanlı Devleti’nde ekonomik yaşamdaki etkinlikleri elinde bulunduranlar Hıristiyan ve Yahudi burjuvazi olmuştur. Yönetici kesimin Türklük kavramından çok Osmanlılık kavramına önem vermesi karşısında; “cemaatçilikten ulusçuluğa geçildiği ve modern ulusların kurulduğu bir dönemde reformcu kadrolar, Müslüman yönetici zümre ile Hıristiyan-Yahudi burjuvazinin sentezinden oluşmalıydı. Böyle bir sentez ise ister istemez Osmanlı kast ayrıcalıklarını ortadan kaldıran ve kanun karşısında eşit bir vatandaş statüsü yaratan laik bir hukuk düzeni gerektiriyordu. Ne var ki Şeriat düzeni Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar ciddi bir tehditle karşılaşmamış ve varlığını korumuştur.” [12]
Bununla birlikte, XIX. yüzyılda dini inançlardaki eski katılığın giderek kaybolmaya başlaması, Müslüman olmayan burjuvazi ile Osmanlı yönetici sınıfı arasında bir statü değişikliğine gidilmesine olanak verecek bir ortam yaratabilmiş, ancak bu fırsat elden kaçırılmıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birisini Osmanlı Devleti’nde sürmekte olan “millet” sistemini destekleyerek kendi çıkarlarını korumaya çalışan Batılı devletlerin yoğun baskıları oluşturmuştur.
Çöküş süreci içerisinde Osmanlı Devleti’nde yönetici kesim ve aydınların değişim sorununa yaklaşımları, Müslümanlıkla yoğrulmuş bir kültürel yapı üzerinde kendini göstermeye başlamıştır. Bir yandan modernleşme çabaları diğer yandan da Türklük-Osmanlılık kimliğinin yeniden kazanılmaya çalışılması ve aynı zamanda, İslamiyetin köklü değerlerinin korunması. Böylesi bir seçenekler düzeni karşısında Osmanlının yönelimi, Batılı bir reform anlayışı ile çağdaş bir düzene ulaşmak oldu. Ancak, böylesi bir yönelim içerisinde yapılması gereken İslamcılık ve Türklük anlayışının uyum içerisinde birleştirilmesi gerçekleştirilememiştir. Giderek, Osmanlı kimliğinden kurtulmaya çalışan Türkler, uluslaşma çabaları sırasında Batı’da olduğu gibi kültürel değerlerden hareket edeceğine, ulusal kimliğini ırk ve etnik kavramlara dayandırmanın yollarını aramış ve bu arada kendi kültürünün bir parçası olan İslam dininin etkisini görmezden gelmeye başlamıştır.
Osmanlı Devleti XX. yüzyıla gelindiğinde hala “Batılılaşma” ve kimlik bunalımı içerisinde, içsel ve dışsal sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu dönemde, aynı zamanda bir başka ikilem daha yaşanmaktadır; bir yandan Türklük anlayışı benimsenmeye çalışılırken diğer yandan da Osmanlı toplum düzeni olan millet anlayışı sürdürülmeye çalışılmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti emperyalist devletlerin saldırısına uğrarken işte bu kimlik bunalımı içerisinde bulunmaktadır.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti’ne kabul ettirilen barış, gerçekte bu devletin egemenliği altındaki toprakların İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan gibi emperyalist devletler tarafından parçalanmasını sağlamak üzere düzenlenmiş bir geçiş dönemi niteliğini taşımıştır. Gerçekten de kısa bir süre sonra Avrupa’da barışın ve geleceğin düzenlenmesi ve uluslararası düzenin yeniden kurulması için Paris’te, İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD temsilcileri arasında yapılan toplantılarda, Osmanlı Devleti’nin egemenliği altındaki toprakların nasıl paylaşılacağı ve bu devletten ayrılacak topraklar üzerinde kurulacak yeni devletlerin statülerinin ne olacağı konusu karara bağlanmaya çalışılmıştır. Anadolu’nun güney ve batısında yer alan toprakların İtalya ve Yunanistan arasında paylaşılması konusunda ortaya çıkan görüş ayrılıkları, giderek Anadolu’nun hızla işgal edilmesine yol açmıştır. İtalyanların Paris Barış Konferansı sırasında yapılan kimi gizli anlaşmalarda Avrupa’da kendisine verilen yerleri daha sonra alamaması bu devletin tepki olarak Anadolu’da hızlı bir işgal hareketine girişmesine neden olmuş ve özellikle İngiltere, Anadolu’nun batı kıyısının ve özellikle İzmir ve çevresinin İtalya’nın eline geçmesini istemediğinden bu bölgelerin Yunanistan tarafından işgal edilmesine destek vermiştir. Sonuçta, Yunanlılar, 15 Mayıs 1919’dan itibaren bölgeyi işgale başlamışlardır.[13]
Yunanistan’ın, özellikle İngiltere’nin etkisinde kalarak Anadolu’ya karşı girişmiş olduğu işgal hareketi, bir yandan bu ülkenin “Megali İdea” olarak adlandırılan geleneksel dış politika amacını gerçekleştirebilecek önemli bir fırsat olarak sunulurken, İngiltere ve Yunanistan’ın ortak bir çıkar etrafında birleşmiş olmasında en önemli öğe, İngiltere’nin bölgedeki stratejik çıkarlarını korurken kendi insan kaynaklarını ve gücünü riske atmış olmaması noktasında toplanmıştır. Bu bağlamda, İngiltere, bölgedeki çıkarlarının sağlama alınması ve korunması için Yunanistan’ın Anadolu’ya saldırmasına destek verirken bu ülkenin insan gücünden ve stratejik olanaklarından yararlanmak istemiştir.
Ancak İngiltere’nin gözden kaçırmış olduğu önemli bir faktör ve Türk ulusal kurtuluş savaşının başarı şansını artıran bir etken, Anadolu’da Yunanistan’a karşı duyulan köklü tepkinin tam olarak algılanamamış olmasıdır. Dönemin gerçekleri göz önünde bulundurulursa, Anadolu insanı, topraklarının İngilizler tarafından işgal edilmesine ve bu devletin mandaterliğinde yaşamaya hazırdır; öylesine ki, bu dönem yazınında ve düşününde pek çok kişi, Anadolu’nun parçalanmamasını, İngiltere veya ABD’nin mandaterliğinde bırakılmasına ilişkin görüşleri savunabilmiştir. Bu yaklaşım, etkinliğini ulusal kurtuluş savaşının örgütlenmesi sırasında da göstermiş ve ulusal önderler uzun uğraşlar sonunda bu yaklaşımların üstesinden gelerek bağımsız bir Türkiye’nin kurulması için gereken yapılaşmayı oluşturabilmişlerdir.
Anadolu’ya saldırı hareketi ve Sevr Antlaşması ile uygulatılmak istenen paylaşım, İngiltere’nin desteklediği, ancak gerçekte, Türk ve Yunan halklarının karşılıklı olarak mücadele verdiği bir savaşım niteliğindedir. Yunanlılar için bu savaş “Megali İdea” ile vaat edilen topraklar üzerinde büyük Yunanistan’ın yeniden kurulması çabası iken, Türkler için -başlangıçta farklı bir nitelik taşısa da- bir ulusal kurtuluş savaşı niteliğindedir.[14] Yunanistan’ın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkış, Osmanlı Devleti’ne karşı yürütülen uzun savaşımlar sonucunda gerçekleşirken, bu kez, bağımsız bir Türkiye’nin kuruluşu, Yunanistan’a karşı verilen bir savaşımın sonucunda gerçekleşmiştir. Ancak bir farkla ki Yunanistan, bu savaşımı İngiltere, Fransa ve Rusya gibi ülkelerin desteğiyle başarırken Türkiye bu savaşımda yalnızdır.
Yunanistan’ın Anadolu’ya saldırması, Türk ve Yunan ulusçuluğunun karşı karşıya geldiği ve düşmanlık duygularının kökleşmesine neden olan önemli bir olay olarak değerlendirilebilir.[15] Ulusal bağımsızlık savaşlarının halklar arasındaki ayrılıkları su yüzüne çıkardığı ve ayrımcılığı körükleyerek düşmanlıkları artırdığı, önce Yunan daha sonra Türk bağımsızlık savaşlarında da gözlenebilir. İlginç olan, bu iki halkın her iki savaş sırasında da karşı karşıya gelmiş olması, kazanan ve kaybedenlerin yer değiştirmesidir. Diğer yandan, Yunanistan’ın Anadolu’ya yönelik işgal hareketinin büyük bir yenilgiye dönüşmesi, Yunanistan açısından iç ve dış politikada yeni sorunlara ve önemli değişikliklere yol açarken büyük bir prestij kaybına neden olmuştur. Buna karşın Türkiye, ulus bilincinin yerleşmesinde Yunanistan’a ve diğer emperyalist devletlere karşı vermiş olduğu bu savaşımın kazandırmış olduğu saygınlık ve bilinçlenmeden yararlanmıştır.
Bir başka açıdan, Yunanistan’ın Anadolu’yu işgal hareketi, Anadolu toprakları üzerinde bir arada yaşayan farklı etnik/dinsel topluluklar arasında çatışmalar doğmasına neden olmuştur. Yunanistan’ın işgal hareketine destek veren Anadolu’daki Rum ve Ermeni toplulukları ile Türk halkı arasında dostluk ve dayanışma bir anda düşmanlığa dönüşmüştür. Gerek Balkan Savaşları gerekse Yunanistan’ın Anadolu’yu işgali ile yaşanan kitlesel kırımlar, halklar arasındaki düşmanlık duygularını keskinleştiren acı deneyimler olmuştur.[16] İşgal hareketine destek veren bu toplulukların ulusal kurtuluş hareketine karşı ayaklanmalara başlaması bir yandan işgale direnmeye çalışan Ankara Hükümeti’ni bu ayaklanmaları bastırmakla uğraştırırken diğer yandan, alınan önlemlere karşın, karşılıklı olarak şiddet eylemleri, yağmalama, katliamlar söz konusu olmuştur. [17]
Savaş sonrası dönemde, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde en önemli sorunu iki ülke arasında yapılacak olan nüfus değişimi sorunu oluşturmuştur.[18] Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da toprak kayıplarına uğraması bir yandan kaybedilen topraklar üzerinde kalan Türk/Müslüman toplulukların azınlık statülerinin belirlenmesini ve garanti altına alınmasını gerektirirken, diğer yandan da her yeni toprak kayıbı ile Anadolu sınırlarında son bulan bir kitlesel göç dalgasının sosyoekonomik olduğu kadar siyasal çalkantılara neden olabilecek gelişmelere yol açmadan özümsenmesini zorunlu kılmıştır. Özellikle Balkan savaşlarından sonra, çok sayıda yeni ulus devletlerin bağımsızlıklarını ellerinde tutmaya başlaması, Türk/Müslüman kökenli toplulukların daha önce yaşadıkları toprakları terk etmeye başlamasına yol açarken, Yunanistan ve Bulgaristan gibi devletlerde kalmayı tercih eden Türk/Müslüman halk bir azınlık durumuna düşmüş ve bunların sahip oldukları hakların belirli bir statü çerçevesinde korunması, garanti altına alınması gerekmiştir. Ulus devlet anlayışının coğrafi bir bütünlük içerisinde gerçekleşebileceği inancının yaygınlaşmasına koşut olarak, yeni bağımsızlığını kazanmış olan devletler ile Osmanlı Devleti arasında önemli oranda kitlesel göçler yaşanmıştır. Türk/Müslüman toplumunun Avrupa ve Balkanlardaki eski etkinliklerini kaybederek bir azınlık durumuna düşmüş olması, sonuçları ve etkileri bakımından günümüzde de süren bir etnik/dinsel gerginliğin kaynağını oluşturmuştur. Öyle ki, yalnız Balkan ülkelerinin sınırları içerisinde bir azınlık olarak yaşayan Türk/Müslüman topluluklar açısından değil, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin çok dinli ve çok uluslu yapısının Balkanlardaki doğrudan yansımasının bir sonucu olarak, hemen bütün Balkan devletlerinde bir azınlıklar sorunu süregitmektedir. Türk – Yunan ilişkileri açısından bu durum, özellikle karşılıklı kitlesel göçlerden sonra, her iki ülke sınırları içerisinde kendi istekleriyle ve/veya istekleri dışında alınan kararlar sonucunda yerleşmişliklerini sürdüren etnik/dinsel azınlıklar ve bunların statülerinin garanti altına alınması konusunda gündeme gelmektedir.
Bu sorun bir yandan Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı ile İstanbul Rumlarının statülerinin belirlenmesini içerirken diğer yandan da savaşla birlikte Türkiye’den Yunanistan’a, Yunanistan’dan Türkiye’ye kendi istekleri veya zorla göçmüş olan insanların hak ve statülerine ilişkin olarak ortaya çıkmış; iki ülke arasındaki görüş ayrılıklarına kaynaklık etmiştir.
Değişime tabi tutulan insanlar her iki tarafta da sorunlara neden olmuştur. Türkiye açısından sorun, daha çok değişim sonucunda Türkiye’ye göçmek zorunda kalan insanların Yunanistan’da kalan maddi varlıklarının tazmini ve Batı Trakya’da değişim dışı tutulan Müslüman/Türk azınlığın sahip olacağı statünün güvence altına alınmasına ilişkin olmuştur. Yunanistan açısından ise, sorun daha çok Türkiye sınırları içerisinde mümkün olabildiğince fazla oranda Rum nüfus bırakmak ve değişim ile Yunanistan’a göçen toplulukların Yunanistan’da toplumsal, ekonomik ve siyasal düzeni sarsmayacak bir şekilde yerleştirilmesi konusu üzerinde toplanmıştır.
Yunanistan ve Türkiye arasındaki Ahali Değişimi sorununun, 1930 yılında giderilmesiyle birlikte, iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir dönem açmış, barış ve işbirliğine dayalı bir yakınlaşma yaşanmaya başlanmıştır. Her ne kadar bu dönemde ulusal liderler iki ülke arasındaki düşmanlıkların sürmesinin iki tarafın da ulusal çıkarlarını sarsacağı inancını taşısalar da halklar arasında yaşayan acı deneyimler, etkileri kolaylıkla unutulacak nitelikte olmamıştır. Savaşın acılarını kendi ailesi ve yakınlarından insanları yitirerek tatmış olan insanlar uzun süre bu acılarının etkisi altında kalmışlardır. Özellikle Yunanistan’da toplumun büyük bir kesimi Anadolu’da uğranılan bozgun sonrasında beklentilerinin gerçekleşmemiş olmasının da acısını uzun süre taşımışlardır. Bu acı, kuşaktan kuşağa anlatılanlarla giderek bir öç alma duygusuna ve düşmanlığa dönüşebilmiştir.
Türkiye ve Yunanistan arasında, Balkan savaşlarıyla başlayan ve Türk ulusal kurtuluş savaşı ile son bulan bir süreç içerisinde yaşanan savaşların ve kitlesel göçlerin halklar arasındaki ilişkilere ve değer yargılarına yansıyan bir başka yönü ise, özellikle göçlerle doğup büyüdükleri topraklarını kaybeden insanların yeniden yerleştikleri yerlerde geçmişe büyük bir özlem duymaları ve kendilerini yeni topraklara ait hissedememeleri, yerleşik kültür ile göçen insanların kültürü arasında karşılıklı bir çatışmanın yaşanması olmuştur. Kültürel çatışma, üretim ilişkilerine ve ekonomik yaşama da yansımış ve yerli halk ile göçmen halk arasında gelir dağılımı açısından önemli farklılıklar ortaya çıkmıştır.
Bir başka açıdan ulusçuluğun yanı sıra Yunanlıların Ortodoks Kilisesi’ne mensup olmaları ve bu kilisenin Osmanlı Devleti’nin parçalanma süreci içerisinde Türk kurtuluş savaşı sırasında izlediği çizgi, Yunanlılara olduğu kadar Ortodoks kilisesine karşı da belirgin bir güvensizliğin doğmasına neden olmuştur. Nitekim Lozan Barış Antlaşması’nın hazırlanması sırasında Fener Ortodoks Rum Kilisesi’nin/Patrikhane’nin Türk sınırları dışına çıkarılması konusunda sert tartışmalar yapılmış ve sonuçta, Türkiye Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasını kabullenirken, Patrikhane’nin Türk kanunlarına tabi olmasını ve sadece ruhani kimlik taşımasını ileri sürmüştür. Lozan’da Türk tarafının bu konuda özellikle ısrarlı olmasının nedeni, büyük oranda Ortodoks nüfusa sahip diğer ülkelerin sonradan Türkiye üzerinde baskı oluşturabilmek için Patrikhane’nin konumundan yararlanabilmelerini önlemek çabası olmuştur. Osmanlı Devleti’nin çöküş süreci, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri için bir kıstas oluşturmuş ve kendilerini yeniden bu türden bir kısırdöngü içerisinde görmek istememişlerdir. Yunanistan’ın Anadolu’ya saldırması sırasında Patrikhane’nin Yunanistan’ın yanında yer alması, Türk ulusçuluğu açısından bir ihanet olarak değerlendirilmiş ve Yunanistan’ın yeniden bir toprak isteminde bulunmasının önlenebilmesi açısından, Rum toplumunun Yunanistan’a göç ettirilmesi ve bu toplumun dinsel liderliğini üstlenmiş bulunan Fener Ortodoks Kilisesi’nin ülke dışına çıkarılması düşünülmüştür. [19]
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan dönemsel dalgalanmalara koşut olarak, geçmişte yaşananlar her ne olursa olsun iki ülkede de azınlıklar ve dinsel kurumlar karşı tarafın görüşleri doğrultusunda hareket eden ve ilişkileri belirleyen temel öge olarak değerlendirilmekte, gerginliğin ve uzlaşmazlıkların faturası bunlara çıkarılmaktadır. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren Kıbrıs’ta yaşananlar ve Kıbrıs’taki “Enosis” hareketinin Kıbrıs Kilisesi tarafından desteklenmesi ve liderliğini de Başpiskopos’un yapmakta oluşu, Türk – Yunan ulusçuluğu ve çıkarlarının çatışması açısından Rum azınlığın ve Patrikhane’nin statüsünü yeniden gündeme getirmiş, bunlara karşı duyulan güvensizlik giderek yüzeye çıkmıştır. Güvensizlik, karşılıksız kalmamış Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı da bundan nasibini almıştır.
Sonuç olarak, Türk – Yunan uyuşmazlığındaki etkileri açısından yaşanan ortak tarihin olumsuz etkileri, ilişkilerin genel yönelimini belirlemektedir. Bu tarih öylesine bir özellik göstermektedir ki, aynı toplumsal ve siyasal sistemin parçası durumundaki Yunan ve Türk halkları uluslaşma süreci içerisine girdiğinde başarılarını karşı tarafa yönelttikleri mücadelelerin etkinliği ile ölçmüş ve bağımsızlık bu mücadelenin sonucunda elde edilebilmiştir. Dolayısıyla, bağımsızlık savaşlarının uluslar-halklar arasında yaratmış olduğu karşılıklı düşmanlık burada da kendini göstermiştir. Bu bağlamda, Türkler için Yunanlılar birlikte yaşadıkları halklara ve devlete “ihanet” etmiştir. Yunanlılar için ise, bu savaşım 400 yıl süren bir esaretten, yabancı egemenliğinden kurtuluş, sömürüye başkaldırıdır.
Oysa gerçekte, uluslaşma sürecine girerken Osmanlı Devleti’nin heterojen toplumsal yapısının bundan etkilenmemesi düşünülemez; uluslaşma hareketinin ”Millet” sistemi içerisinde dinsel kimlikleri ile değerlendirilen azınlıklar içerisinde ilk olarak Yunan kökenliler arasında yaygınlaşması ise rastlantısal olmamıştır; bu insanların ekonomik, ticari ve kültürel olduğu kadar siyasi açıdan da dönemin gelişmelerine ayak uydurabilecek olanaklara sahip olması ve sahip oldukları olanakları değerlendirerek ulus bilincini kendi toplumsal yapılarına uygulamak istemeleri, dönemin giderek zayıflamakta olan Osmanlı ekonomik, askeri ve siyasi gücü karşısında ulus temeline dayanan bir bağımsız devlet kurma çabasına dönüşmüştür. Elbette ki bu dönüşüm içerisinde kendini Yunanlı olarak gören kişilerin bütünüyle ulus kavramına dayanarak hareket ettiklerini söylemek güçtür; nitekim, Yunan ulusunu birleştirici unsur olarak Ortodoks dinsel öğesi büyük rol oynamıştır.
Bu çerçeve içerisinde, Yunan bağımsızlık savaşımı sırasında din ve etnik kavramlar birbirini destekleyen kavramlar olarak aynı amaca ulaşmak için kullanılmışlardır. Aynı gelişimi Türk Kurtuluş Savaşı sırasında da görmek mümkündür; ulusal bağımsızlığı elde edebilmek için girişilen yoğun savaşım içerisinde halkın yabancısı olduğu ulus kavramına gönülden destek vermesi beklenmediğinden, kimi durumlarda savaşın asıl amacının düşman işgali altında olan İslam topraklarının ve Halife/Sultan’ın kurtarılması olduğu dile getirilerek halk desteği sağlanabilmiştir.
Günümüz Türk – Yunan ilişkilerinde yaşanan gerginlik çerçevesinde ele alındığında hem dinsel hem de ulusal açıdan karşılıklı bir çatışmanın izlerinin hala sürmekte olduğunu söyleyebiliriz. Yunan bağımsızlık savaşımının etnik/dinsel niteliği, süreç içerisindeki mücadele yöntem ve olanakları dikkate alındığında, kendi karşıtı olarak niteleyebileceğimiz Türk ulusçuluğunun gündeme gelmesine neden olmuştur. Dolayısıyla, bir anlamda Yunan ulusçuluğu Türk ulusçuluğunun birleştirici öğesi ve destekçisi olmuştur.
Bu nedenle, günümüzde, özellikle azınlıklar konusunda yaşanan gerginlikler ve uygulamalar Türk – Yunan ulusçu/dinsel yapılaşması çerçevesinde değerlendirilmelidir. Her iki ülkede yaşayan ve hakları, statüleri antlaşmalarla garanti altına alınmış bulunan azınlıkların etnik bir azınlık olduklarının tartışılmakta oluşu, hala katı bir ulusçu yaklaşımın sürmekte olduğunu göstermektedir. Azınlıkların “Türk” kimliğinin tanınmaması, bir isimlendirme sorunu, etnik bilincin tanınmaması sorunu olmaktan öte, günlük yaşamda azınlıklara ilişkin politikaların uygulanması sırasında ayrımcı ve kuşkulu bir yaklaşımın sergilenmesi açısından sorunlar yaratmaktadır.
Bu durum aynı zamanda azınlıkların bulundukları ülkede sahip oldukları “yurttaş” kimliği”ne ulaşıp ulaşamadıkları ve toplumla uyum sağlayabilmiş olmaları ile de ilgilidir. “Türkiye ve Yunanistan’da yaşamlarını sürdüren etnik azınlıkların ‘etnik’ yanlarının görmezlikten gelinmesinin önemi ve sonuçları çok büyüktür. Bu yol seçildiğinde artık bu azınlıkların kendi uluslarıyla olan yakınlığı kuşkuyla ve hoşnutsuzlukla karşılanmaktadır. Normal bir ilişki ve duygu anormal bir ilişki sayılmaktadır. ‘Anavatanla’ olan ilişkilere iyi gözle bakılmamakta, komşu ülkede yaşayan kendi uluslarının başarılarıyla sevinmelerine kızılmakta ve giderek bu azınlıklara ‘beşinci kol’ gözüyle bakılmaktadır. Azınlığın komşu ulusla olan yakınlığı anlaşılmaz bir davranış sayılmakta ve engellenmeye çalışılmaktadır. Zorlamalar karşı tepkileri doğurmakta, ilişkileri daha da kötüleştirmektedir. Sonunda azınlıkların sempatileri ve psikolojileri ‘vatan ihanetinin’ kanıtı sayılmaktadır.”[20]
Türkiye ve Yunanistan arasındaki tarihsel bağların günümüz ilişkilerine olumsuz yönleriyle yansımış olması, gerçekte, her iki ülkede de yaşanan bir demokratikleşme ve ekonomik gelişme düzeyi sorunudur. Bu bakımdan ele alındığında, yaşanan ortak tarihin ilişkilerde yaratmış olduğu ayrımcı etkileşim benzerlerinde olduğu gibi bu iki ülkenin de sosyo-ekonomik sistemini sanayileşme çerçevesine oturttukları zaman çözülmüş olacaktır. Demokratikleşme ve sanayileşme sürecinin başarıya ulaşması, toplumların değer yargılarını çağa ayak uydurmasında yeni seçenekler yaratabilecek niteliktedir.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlıkların giderilmesi için gereken çabaların başarı şansını önemli oranda etkileyen faktör bunların taraf ülke halklarınca ne ölçüde kabul gördüğüdür. Türk – Yunan ilişkilerinin dostluk ve işbirliğine dayalı olarak sürdürülmesine ilişkin olarak Lozan Barış Antlaşması ile gerçekleştirilen yapılaşma, büyük ölçüde iki ülke liderleri arasında oluşturulan yakınlaşma ile sınırlı kalmıştır. Nitekim, büyük ölçüde dışsal faktörlerin etkisiyle sağlanmış olan yakınlaşma iki ülke arasındaki sorunları tam olarak çözümleyememiştir. Bu bağlamda Türk – Yunan ilişkilerinin sıfır toplamlı bir ilişki düzeneği olarak sürdürülmesi, yani taraflardan bir kazanırken diğerinin kaybetmesi durumunda taraflar arasında önyargıların değişmesi beklenemez.[21] Çatışmacı bir ilişki düzeneğinde siyasi kadroların benimsemiş oldukları dostluk, barış ve işbirliğine dayalı ilişki kurulması yönündeki düşünceler ancak her iki tarafça geniş kitlelere benimsetildiğinde başarılı olabilmektedir. Lozan Barış Antlaşması sonrasında iki ülke arasında kurulan yakınlaşmanın her iki ülke yöneticilerine hakim olan bu anlayışla sağlanmış olduğu söylenebilir. Nitekim, Başbakan İsmet İnönü’nün 13 eylül 1928’de Malatya’da yapmış olduğu bir konuşmada ilişkiler şu şekilde değerlendirilmiştir; “Yunanistan’la sorunlarımıza değineceğim, öncelikle söylemeliyim ki, iki ülke arasında sürekli sorun oluşturacak esaslı ve siyasi içerikte bir konu yoktur. Sürüncemede kalmış sorunlar geçen antlaşmalarla göz önünde bulundurulan ve genellikle şahısların çıkarlarına ilişkin hukuki konulardır. Gerçekte vatandaşların çıkarlarına ilişkin hukuki konuların sonunda antlaşmalarla ve hukuki olarak çözümlenmesi zorunluluğunu önemsiz görmek mümkün değildir. Fakat hukuki konuların taraflarda iyi niyet var oldukça sonunda çözümlenmesi gerekir. Biz bu iyi niyete ciddi bir şekilde sahibiz. Bay Venizelos’un son zamanlarda çeşitli söylevlerinden kendisinin ciddi bir arzu ile sürüncemede kalmış konuları çözümlemek istediği kanısını ediniyoruz. Ankara’dan hemen buraya hareket etmek üzereyken aldığım dostane mektubu ile de güvenim daha fazla güçlenmiştir. Bu arzular bizde samimi karşılık bulacaklardır. Aradaki konuları sürüncemede bırakmayarak pratik ve radikal bir surette çözerek yakınlık ve siyaset havasını aksaklıklardan kurtarmak, aksine istikrarlı bir güvene sahip bir hale getirmek benim de gerçekten arzumdur.”[22]
Diğer bir açıdan ise, uzun süre hem Yunanistan’ın hem de Türkiye’nin demokratikleşme sürecine koşut olarak ülkesel bütün üzerinde geçerli olacak etnik/dinsel kimliği benimsetmenin sıkıntılarını yaşamış olmaları da dolaylı olarak ülkelerin dış politika kararlarını oluşturma sürecini etkilemiştir. Hala bazı yönleriyle sürmekte olduğunu söyleyebileceğimiz bu uygulamaya göre, hem Yunanistan hem de Türkiye, ulusal bağımsızlıklarını birbirlerine karşı vermiş oldukları savaşlar sonucunda elde ettiklerinden, diğer tarafı egemenliklerinin olası düşmanı olarak görmüş ve bu durumu, daha henüz ulusal egemenliğin tam olarak yerleşip benimsenmemiş olduğu bir yapılaşma içerisinde devlet eliyle halka benimsetmeye çalışmışlardır. Bu durum ise, ikili bir politikanın sürdürülmesini gerektirmiştir; içeride diğer tarafın düşman olduğu bilincini yerleştirmeye çalışan ve bunu sürekli olarak anımsatan yıl dönümü ve bayramlar, okullarda yine bu bilinci aşılayan eğitim yöntemleri; dışarıda ise, ülkesel bütünün stratejik çıkarları açısından liderler arası dayanışma ve işbirliği girişimleri. Ancak, ulusal devlet yaratma endişesiyle hareket eden liderler, doğrudan Yunanistan veya Türkiye’yi hedefleyen bir propaganda savaşı içerisine girmemiş; uygulamada bu anlayış, kendisinden başka diğer ulusları çıkarları açısından düşman olarak gören bir yaklaşımın yerleşmesine neden olmuştur. Vamık’a göre, “Ne Türkler, ne de Yunanlılar eski kayıplarının yasını yeterince yaşamamışlar, önceki travmaları halledememişler ve de her iki grup da diğer grupla ilgili olumsuz imgelerini modifiye edememiştir. Yunanlılar Türkokrasi’yi –Osmanlı egemenliğindeki Yunan yaşam koşullarını ortak algılama biçimleri- bugünkü kimliklerinin belirleyicisi yapmışlardır. Bu, hem zulüm, hem de hak kazanma duyarlığını artırır. Bugünkü Türklerle gerçek bir arkadaşlık kurma girişimleri bu durumu tehdit etmekte ve endişeye neden olmaktadır. Megali İdea’da dile getirilen hak kazanma duyarlığı sürdürülmelidir.
Türk Bağımsızlık Savaşında Yunanlıların yenilmesinden sonra Türkler, Yunanlıların Megali İdea’ya bağlılığını retorik ve kesinlikle tehlikesiz olarak algılamışlardır. Bu algılama Yunanlıların Kıbrıs adasını anayurtları ile birleştirme girişimleri sonucunda kesinlikle değişmişti. Yunanlıların Ege Denizini Yunan gölüne çevirerek denizlerini genişletme isteği, daha fazla telaşa neden olmuştu. Yunanlıların kendi kaybettikleri toprakları geri istemeleri Misak-ı Milli ile Türklere getirilen sınırlandırmaların yıkılması sonucunda cevaplandırıldı. Böylece her iki taraf da birbirini, kendi topraklarını genişletme isteğinde görecekti”. [23]
Böylesi bir tarih bilinciyle yetişen insanlar, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların nitelikleri ne olursa olsun karşı tarafa sürekli bir kuşku ile baktıklarından sorunların niteliklerini tam olarak değerlendirememekte ve önyargılarla, bağnaz bir ulusçulukla tek taraflı bir çözüm yoluna ulaşmaya çalışmakta, dolayısıyla, ulusçuluk anlayışı yeniden sahneye çıkmaktadır.
Karar alma sürecini etkilemesi bakımından ise, ulusal karar alma birimlerinin edinmiş oldukları tarih bilinci ve siyasal kültürün yanı sıra, toplumsal değer yargılarını özümseme dereceleri, kişiye ve zamana bağlı olarak değişen şekil ve oranda, dış politika kararlarının alınmasında etkili olabilmektedir. Bu durum ise, aralarında sorunların bulunduğu ve çözümsüzlüğün sürdüğü bir ilişkiler düzeninde, Türkiye ve Yunanistan’ın hemen her davranışının dikkatle incelenmesini gerektirdiği gibi, tarafların tarihsel olayların etkisinde kalarak önyargılarla hareket etmekten kaçınmaya yöneltmektedir.
[1] Bernard Lewis bu ayrımı coğrafi ve iklim boyutunda değerlendirmektedir:“… Müslümanlar dünyayı nasıl ayırmaktaydı? Bunu, biri coğrafi öbürü aynı anda dini ve siyasi olmak üzere iki yoldan yapmaktaydılar. Arapça, Farsça, Türkçe ve öteki İslam dillerinde yazılmış coğrafya literatürü dünyayı ayırmada ‘iklim’leri esas almaktaydı. Ama klasik Müslüman yazarlar, modern çağda bizim yaptığımız gibi, bu ayrımlara ırki, kültürel ve hatta tarihsel özellikler yükleme hatası işlememekteydi. Onların ‘iklim’leri bütünüyle coğrafi niteliktedir ve herhangi bir biçimde dini, kültürel, etnik ya da siyasal çağrışımlar taşımamaktadır. Müslümanlara göre, dünyada önemli ve etkili olan ayrım çizgisi İslamiyetin hüküm sürdüğü topraklar ile henüz bu safa katılmamış olan yerler arasındaydı. Asya ve Afrika kıtalarındaki ilerleyişleri sırasında, Müslümanlar önemli askeri güçle ve ciddi bir dinsel rakiple karşılaşmadılar. Avrupa’da ise bunların her ikisiyle karşı karşıya geldiler; dolaysıyla, cihadın, hem kuram hem uygulama bakımından Hıristiyanlık alemiyle mücadelede temel ilgi alanının Avrupaya ait çeşitli sahalarda olması şaşırtıcı değildir.” Bernard Lewis, Çatışan Kültürler- Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt yayınları, 1997, ss. 46-47.
[2] S. Tanilli, Yüzyılların…, s. 362.
[3] S. Tanilli, Yüzyılların…, s. 362.
[4] N. Svoronos, Çağdaş Hellen…, s. 27.
[5] Ulus devletin oluşum sürecine ilişkin olarak yapmış olduğu değerlendirmede Tekeli şu yorumu yapmaktadır; “Bir ülkeyi hayal etmenin sınırlarla birlikte başladığı söylenebilir… Ulus-devletin uluslararası camiada geçerli değerle açısından meşruiyetinin ayrıca kurulması gerekir. Bunun için ise hayal edilmiş ve buna bağlanmış kişilerin oluşturduğu bir topluluk bulunmalıdır. Bu topluluk ulus olma iradesini gösterebilmeli ve bu amaçla çatışmayı göze alabilmelidir.
Bir topluluğun hayal edilmiş olması beraberinde bir ülkenin hayal edilmesini gerektirmektedir. Ama hayal edilmiş olmak, bu ülke üzerinde hayal edilen ulus-devletin egemenliğini garanti etmez. Eğer hayal edilen topluluk ve onun ülkesi ile gerçekte egemenliğin sürdürüldüğü sınırlar tutarlı ise, bu ülkenin bu ülkenin ideolojisi saldırgan olmayacak, barışçı bir politika izleyebilecektir. Ama hayal edilen memleket, var olan sınırların ötesine uzanıyorsa, bu saldırgan bir ulusçuluk ideolojisine kaynaklık edecektir. Başına pan nitelemesini konduran tüm ulusçuluklarda olduğu gibi. Hayal edilen bir topluluk ve hayal edilen bir ülke olmasına karşın, bu topluluğun egemenliğinde olan bir ülke bulunmuyorsa, bu ülkeyi hayal edenler başka ülkelerde yaşayarak ulusçuluk ideolojisini taşıyorlarsa, onlar diyaspora ulusçuları olacaktır.” İlhan Tekeli, Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1998, s. 113. Bu durumda Yunan ulusçuluğunun somutlaştığı “Megali İdea” ile Türk ulusçuluğunun somutlaştığı “Ulusal Ant”ı daha doğru değerlendirmek mümkün olabilecektir.
[6] B. Oran, Türk-Yunan…, ss. 32-33.
[7] Taner Timur, “Osmanlı Mirası,” Geçiş Sürecinde Türkiye, Der. İ. C. Schick ve E. A. Tonak, İstanbul: Belge Yayınları, 1990, s.22.
[8] T. Timur, ”Osmanlı Mirası”…, s. 27.
[9] N. Svoronos, Çağdaş Hellen…, s. 52.
[10] T. Timur, Osmanlı Kimliği…, ss. 78-79.
[11] T. Timur, Osmanlı Kimliği…, ss. 160-161.
[12] T. Timur, Osmanlı Kimliği…, s. 163.
[13] Yunanistan’ın Anadolu üzerindeki beklentilerinin tartışıldığı 1915 yılında Başbakan Venizelos ve Albay Metaksas arasında geçen görüşmelerde Metaksas’ın dile getirmiş olduğu görüşlerle 1922’de Yunanlıların Anadolu’da uğrayacağı hezimeti çok önceden görmüş olduğunu göstermektedir. Bu konuda bkz; A. A. Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası …, ss.31-32,
[14] Bu konuda bkz; M. Kemal Atatürk, Söylev Cilt. I-II, (B. Hazırlayan) Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İst. Çağdaş Yay. 1987.
[15] Türk – Yunan ilişkilerinin psikolojik boyutunu tarihsel verilere dayandırarak irdelemek gerektiğine ilişkin olarak bkz; Volkan Vamık, Kanbağı Etnik Gururdan Etnik Teröre, İstanbul: bağlam Yayınları, 1999, s.140-161.
[16] Yunanistan’ın Anadolu’yu işgali ile Türk halkına yönelik kıyım politikalarının ayrıntılı bir açıklaması için bkz; Mustafa Turan, Yunan Mezalimi (İzmir, Aydın, Manisa, Denizli-1919-1923), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, 1999.
[17] Bu konuda bkz; Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim Yayınları, İstanbul:1999 ss.351-425. ; M. K. Atatürk, Nutuk (1919-1927), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara: 1998, ss. 423-426.
[18] Pallis, Yunanistan’ın Anadolu’ya saldırması ve yenilgiyle karşılaşmasının sonuçlarını değerlendirirken şu sonuca dikkatleri çekmektedir; “…1922 Anadolu hezimeti; Yunan milleti için, 1453’te İstanbul’un zaptı ve Bizans İmparatorluğu’nun çöküşünden daha büyük felaketler getiren bir olay olmuştur. 1453 Tür zaferi, Rumları tarihin başlangıcından beri oturup yerleştikleri Avrupa ve Asya kesimlerinden söküp atmamıştı. Müslüman fatihler, Rumların 19. Yüzyılda Avrupa’da milliyetçilik şuurunun yeniden uyanışından sonra kısmen bu boyunduruktan kurtulup bağımsızlıklarına kavuşana kadar, bu bölgelerde bir ‘teba’ olarak yaşamalarına izin vermişlerdi. (…) Rumlar, asırlardır Anadolu’da ve Doğu Trakya’da yerleştikleri yerlerden sökülüp, bir daha geri gelmemek üzere Ege’nin öteki yanına atılmışlardı.
Şayet 1919-20 Venizelos siyaseti başarıya ulaşacak olsaydı, Yunanistan; Rum, Türk, Slav, Arnavut, Ermeni ve Levanten’lerden oluşan melez bir nüfusla , bir nevi Neo-Bizans İmparatorluğu haline gelecekti. Bereket versin bu siyaset başarısızlıkla sonuçlandı ve Türkiye ve diğer komşu memleketlerdeki Rumlar’ın anayurda akışı ve buna mukabil Yunanistan’daki Türk ve Bulgar’ların kendi memleketlerine gidişi sayesinde homojen bir Helen Devleti’nin doğuşu mümkün oldu. Öyle ki, geçmiş tarihinde Yunanistan, hiçbir zaman bu derece homojen ve sadece Rumlar’dan ibaret olmamıştı.” A. A. Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası …, ss. 96-97.
[19] Juster’e göre; “Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra Patrikhane hem Türk Kurtuluş Savaşı sırasındaki tavrı nedeniyle Rumların ihanetini, hem Türkiye’de kalan Rumları, hem de uluslararası boyutları Türkiye’nin çıkarlarına zarar verebilecek bir kurumu temsil eder hale geldi.” Alain Juster, “İstanbul Ortodoks Rum Patrikhanesi Yunanistan ve Türkiye,” Türk-Yunan Uyuşmazlığı, Der. Semih Vaner, İstanbul: Metis Yayınları, 1989, s. 54.
[20] Herkül Millas, Tencere Dibin Kara, İst. Amaç Yay. 1989, ss. 135-136.
[21] Bu konuda bkz, İ. Tekeli, “Tarih Yazıcılığı ve Öteki Kavramı …”, ss.4-5,
[22] Tarafımızdan sadeleştirilmiştir. Vurgular bize ait; Mehmet Gönlübol ve Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası, Tıpkı Basım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara: 1997, s.62.
[23] V. Vamık, Kanbağı…, ss.160-161.