Türk Dış Politikası’nda Türk-Yunan İlişkileri ve İç Politika Kaygısı

Türkiye bakımından konuya bakıldığında, Kıbrıs ile bozulmaya başlayan Türk-Yunan uyuşmazlığının ulusal hükümetlere bir iç politika beklentisini gerçekleştirme olanağı vermesinin ilk örneklerine 1950’lerin ortalarına doğru rastlamaktayız.


1954 seçimlerine değin ülkenin hızlı bir demokratikleşme ve kalkınma hamlesi içerisine girdiği görüntüsü veren ve daha önceki tek parti/CHP hükümetlerinin yaratmış olduğu ekonomik kaynaklardan da yararlanarak, bazı alanlarda başarılı sonuçlar elde eden Demokrat Parti’nin, 1950’lerin ikinci yarısına doğru, giderek daha totaliter bir yönetim sergilemeye başlaması ve ekonomik sorunları çözmede yetersiz kaldığının ortaya çıkması, Demokrat Parti karşıtı muhalefetin güçlenmesine olanak verirken hükümetin saygınlığı da giderek azalmaya başlamıştır. Böylece, Demokrat Parti, parlamentodaki çoğunluğuna karşın hızla kamuoyu desteğini kaybetmeye başlamıştır.

1950’lerin ikinci yarısı başlarken, Kıbrıs konusunda kamuoyunun sergilediği duyarlılık ve Yunanistan’ın konuyu uluslararası platforma taşıma uğraşı, Demokrat Parti’ye kamuoyunda kaybettiği saygınlığı yeniden kazanma ve içeride muhalefet tarafından oluşturulan yoğun baskıdan kurtulma olanağı vermiştir. “Demokrat Parti yöneticileri içteki baskında kurtulmak umuduyla, sıkıntıya düşen her hükümetin artık klasikleşmiş bir tedbirine başvurmayı denediler. Sıkıntısını unutturmak için halkın dikkatini kendi dışındaki bir olaya çekmek gerekiyordu. Bu sırada çetrefilleşmeye başlayan Kıbrıs meselesi iktidara bu imkanı sağladı. Yoğun bir propaganda ile bütün dikkatler Kıbrıs’a çevrildi ve adanın istikbali, başlıca milli davamız haline getirildi. Fakat, acı bir tecelli ile, Kıbrıs iç politikayı unutturacağına, kısa zamanda ve aniden, başlıca iç meselemiz haline geldi.” [1]

Demokrat Parti’nin Kıbrıs konusuyla ilgilenmeye başlaması ve bunu bir ulusal dava olarak görmeye başlaması gerçekten ani olmuş ve tüm kamuoyunda genel bir kabul görmüştür. 1954-55 yıllarına değin Demokrat Parti hükümeti, Kıbrıs Türk toplumunun, adanın Yunanistan’a bağlanması tehlikesi karşısında sesini yükseltmesine ve bu duruma Türkiye’de kamuoyunun ve basının duyarlılık göstermesine rağmen sessizliğini korumuştur. 1950 Ocak ayında yaptığı bir açıklamada Dışişleri Bakanı N. Sadak; “Kıbrıs sorunu diye bir sorun yoktur. Bunu hayli zaman önce gazetecilere açıkça söylemiştim. Çünkü Kıbrıs, bugün, İngiltere’nin hakimiyeti ve idaresi altındadır ve İngiltere’nin Kıbrıs’ı başka bir devlete devretmek niyetinde veya eğilimde olmadığı hakkında kanaatimiz tamdır. Kıbrıs’da yapılan hareketler ne olursa olsun ve bunları yapanlar kim olursa olsun İngiltere Hükümeti Kıbrıs adasını başka bir devlete terk etmeyecektir. Bu böyle olunca, gençlerimiz boş yere heyecana kapılıyorlar, gereksiz yere yoruluyorlar” demiştir. [2]

1951 yılında da değişen bir şey yoktur; Demokrat Parti hükümetinin Dışişleri Bakanı F. Köprülü, Şubat 1951’de TBMM’de yapmış olduğu konuşmada; “Doğu Akdeniz statüsünde herhangi bir değişiklik söz konusu olduğunu veya olacağını sanmıyorum. Yalnız şunu açıkça söyleyebilirim ki kendisiyle en yakın dostluk ilişkileri kurmuş olduğumuz ve hakikaten dünyanın bugünkü durumunda demokrat milletleri tehdit eden savaş afeti karşısında Yunanistan’la Türkiye aşağı yukarı yazgı birliği etmiş durumdadır” demektedir.[3]

1954 yılına gelindiğinde ise, F. Köprülü, “Dost ve bağlaşık Yunanistan’ın devlet adamlarıyla yapılan görüşmelerde, Kıbrıs üzerinde herhangi bir görüş alışverişi yapılmış değildir. Bunun nedeni, Türkiye’nin Kıbrıs sorunu diye bir sorun var olmadığı görüşünde bulunması ve Kıbrıs halen İngiltere’ye ait olduğuna göre, bu ada hakkında Yunanistan’la konuşmalar yapılmasının uygun olmamasıdır. Günün birinde Kıbrıs’ın İngiltere ile görüşmeler konu olması durumunda, pek tabii, bu adada önemli bir Türk azınlığı bulunması, dolayısiyle bizim de söz sahibi olmamızı gerektirecektir. Kaldı ki biz adanın bugünkü statüsünde bir değişiklik yapılması gereğine inanmış değiliz” demiştir.[4]

Demokrat Parti’nin uzun süre Kıbrıs konusuna soğuk bakmasında, her şeye rağmen, Yunanistan’la olan ilişkilerini korumak isteğinin ağır bastığı görülmektedir. Resmi olmayan bir görüşmeye tanık olan N. Vergin’in anlattığına göre; F. Köprülü, Yunan Dışişleri Bakanı J. Politis’e; “Birden bire ortaya bir Kıbrıs sorunu çıkartmaktasınız. Sizden rica ediyoruz, bunu yapmayın. Mareşal Papagos Yunanistan tarihine şanlı bir komutan, büyük bir devlet adamı olarak geçecektir. Başındaki şeref tacına bir Kıbrıs incisini eklemeye ihtiyacı yoktur. Bu kendisine hiçbir şey kazandırmayacaktır. Sizden Atatürk ve Venizelos’un büyük ızdıraplar, büyük çatışmalar bahasına, tarihi yenerek kurdukları Türk-Yunan dostluğu adına yalvarıyorum, vazgeçin, yoktan ortaya çıkan bir Kıbrıs sorunu çıkarmaktan. Çıkarırsanız bizi karşınızda bulacaksınız. Ve bütün Türkiye, tek bir vücut halinde, dimdik önünüze çıkacaktır. Bu, Türk-Yunan dostluğunun sonu olacaktır. Yapmayın bunu… Kıbrıs’da, nedenlerini bizim anlayamadığımız, yahut da anlamak istemediğimiz emellerinizi nasıl olsa gerçekleştiremeyeceksiniz. Türkiye bu izni size asla vermeyecektir. Türkiye buna engel olacaktır. İyi düşününüz. Biz bir gün heyecanınız yatışır ve daha akıllıca davranırsınız umut ve dileğiyle, bir süre sabredeceğiz. Resmi beyanlarımızda ‘Türkiye için Kıbrıs diye bir dava yoktur’ diyeceğiz. Fakat ister istemez bu sabrın da bir sonu olacaktır” diyerek, resmi olmayan yollardan, Türkiye’nin iki ülke arasında bir sorun yaratılmasından duymuş olduğu endişeleri belirtmiştir.[5]

Yunanistan’ın Kıbrıs konusunu BM Genel Kurulu’na götürmesi ve Genel Kurulun konuyu görüşmemeye karar vermesinin ardından, Türkiye’de siyasi iktidar, bu kararı Kıbrıs konusunun kapanması şeklinde yorumlamıştır. Aralık 1954’de A. Menderes yapmış olduğu açıklamada; “Bu sorun kapandığı için artık müttefikimiz Yunanistan’la dostluğun hatta gölgelenmemesine dikkat ve özen göstermek zamanı gelmiş bulunuyor” demiş ve iki ülke arasında ilişkilerin güçlendirilmesi konusunda samimi dileklerini açıklamıştır.[6]

Buna karşın, daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki politikasında 1955 yılında önemli değişiklikler yaşanmaya başlamıştır. İç politikada önemli ekonomik  ve siyasi sorunların yaşandığı bir dönemde Kıbrıs konusunda Türkiye’nin izleyeceği taktik ve stratejiler ise, henüz belirlenmiş değildir. Gerek hükümet gerekse muhalefet partileri konuya ilişkin açık bir politikayı henüz oluşturamamıştır bu dönemde.

Demokrat Parti ise, böylesi bir belirsizlik içerisinde Kıbrıs konusunda ulusal kamuoyunun duyarlılığını dikkate alan, atak bir politika izlemeye başlayarak; muhalefet partileri karşısında bir üstünlük arayışına girmiş ve kamuoyunun desteğini kazanmaya çalışmıştır. Kıbrıs sorunuyla ilgili taraf ülkelerin belirlenmesi bakımından oldukça önemli bir toplantı niteliğindeki Londra Konferansı öncesinde Türkiye’de Demokrat Parti’nin sergilediği davranışlar, ilerleyen dönemde Türkiye’de Kıbrıs konusunda iktidar/muhalefet partileri arasında tartışmaların da başlangıcı olmuştur.

Bununla birlikte, bir yandan iç politikada karşılaşılan sorunlar diğer yandan da ulusal kamuoyu ve basında yer alan Kıbrıs Türklerine ilişkin yorum ve haberler, DP hükümetinin muhalefet karşısında tek başına üstünlük kazanmasını engellemiştir. DP hükümetinin Kıbrıs konusunda daha atak bir politika izlemeye başlaması, basın ve kamuoyunun isteklerine uygun olduğu gibi, muhalefet partileri de ulusa nitelik kazanmaya başlayan bir konuda hükümetten ayrı bir yaklaşım içerisinde olmadıklarını göstermeye çalışmışlardır.

Nitekim, Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik kitlesel katliamlar yapılacağı yolunda haberlerin basında yer alması karşısında muhalefet partisi  CHP lideri İnönü, yapmış olduğu açıklamada; “Kıbrıs davası üzerinde hükümetin beyanatı, bize ciddi bir vaziyet göstermektedir. Kıbrıs’daki kardeşlerimizin yakın günlerde umumi bir tecavüz tehlikesi karşısında bulunduğundan resmen bahsedilmiştir… Kıbrıs’daki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden korumak için hükümetin alacağı bütün tedbirlerde beraberiz. Dış politikamızın Kıbrıs ile meşgul olacağı bu günlerde iç politikamızın havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu dünyaya göstermemiz vazifemizdir” demiştir.[7]

O. Bölükbaşı da yapmış olduğu açıklamada; “Kıbrıs meselesi ve oradaki kardeşlerimizi tehdit eden yakın tehlike hakkında, hükümetimizin bütün gazetelerde okuduğumuz ve çoktan beri beklediğimiz enerjik beyanatını büyük bir memnuniyetle karşıladık… Bir kere daha belirtmek isterim ki, vatani ve milli mevzulardaki hassasiyetimizi iç politika ihtilafları asla külliyemez” demiştir.[8]

Demokrat Parti’nin Kıbrıs konusunda politika değiştirmesinin iç politikada iktidar/muhalefet ilişkilerine yansımasını M. Toker şu şekilde anlatmaktadır; “… Memleket bir baştan ötekine Kıbrısla meşgulken iç politika çekişmelerine devam etmek hiç iyi karşılanmayacaktı. Bunu düşünen İsmet Paşa ve Osman Bölükbaşı aynı gün birer demeç verdiler ve Kıbrıs işinin bütün Türk milletinin malı olduğunu, Londra Konferansı devam ederken iç politikanın havasının Kıbrıs’la dolu bulunması gerektiğini söylediler. Onlar bunu yaparken, iktidar, Kıbrıs konusunu muhalefete hücum için istismar etmenin planını tertipliyordu… Menderes Liman lokantasında bir yemekli basın toplantısı düzenledi… Toplantıya muhalif gazeteleri, örneğin Ulus’u çağırmadı. Ulus çağrılmadığı için de ertesi gün Menderes’in demecini yayımlamadı… Memleketin Kıbrıs havasıyla dolu bulunduğunu gören iktidar hemen bir kurnazlık düşündü. Muhalefeti bu konuya önem vermemekle suçlayacaktı. Suçlanacakların başında da İsmet Paşa geliyordu… Halbuki o gün İsmet Paşa… Kıbrıs konusunda milleti birlik manzarası göstermeye davet eden demecini hazırladı… Yalnız iki lider (İnönü ve Bölükbaşı), demeçleri daima iktidara uçurulduğundan, bunu basına ancak geç saatlerde verdiler. Durum belli olduğunda, iktidarın hazırlık yapmış olan bir takım gazeteleri mizanpajlarını değiştirdiler, İsmet Paşayı suçlayan yazılarını attılar, bunun yerine demeci koydular. Ama bir tanesi atladı: Zafer!

Ertesi gün Zafer barut fıçısı gibiydi. İşte İsmet Paşa suçüstü yakalanmıştı. Ortada Kıbrıs gibi bir sorun bulunduğu halde, ağzını açıp tek bir söz söylemiyordu… Yurtseverliği bu muydu? Ya Ulus?.. Muhalefet  organı, Başbakan Menderes’in Liman Lokantasındaki nutkundan tek bir satır yayımlamamıştı. Bu muhalefet vatana hıyanet değil de kim hıyanet halindeydi?.. Bunun üzerine ertesi gün Ulus, Zafer’e sert bir yanıt verdi ve asıl vatana hıyanet içinde bulunanın iktidar organı olduğunu söyledi. İki gazete arasındaki kalem dalaşması bir süre devam etti ve sadece o ikisinde Kıbrıs işi, bu yüzden ikinci plana itildi.” [9]

Diğer yandan M. Soysal’ın da belirtmiş olduğu gibi; “Kıbrıs anlaşmazlığını çözümlemek için hükümet tarafından denenen veya teklif olunan bütün tutumların, tenkit edilebilir taraflarına rağmen, hemen birer ‘milli dış politika tutumu’ haline gelmesinde muhalefetin de büyük payı vardır. Muhalefet, sınır dışındaki Türklerle ilgili bir meselede resmi dış politikadan farklı bir tutumla gözükmenin tehlikelerinden çekindiği içindir ki, ister istemez, her safhada hükümet politikasını desteklemek zorunda kalmıştır. İsmet İnönü, muhalefet önderi olarak 28 Ağustos 1954’te, ‘Kıbrıs statükosunda değişiklik yapılmasının kat’i surette aleyhindeyiz’ demektedir. Aynı muhalefet, 1958’de ‘taksim’ tezini benimsemiştir.”[10]

Bütün bunlara karşın, Demokrat Parti’nin Kıbrıs konusundaki kamuoyu ve basının ulusçu yaklaşımlarını dikkate alarak hükümetin saygınlığını artırmaya çalışması, hükümeti daha güç durumlara sürüklemiş ve Türk-Yunan ilişkilerinde sarsıntılara yol açmıştır. 6-7 Eylül olayları ve bu olaylar sırasında Demokrat Parti hükümetinin tutumu hükümete saygınlık kazandırmadığı gibi, kamuoyu, basın ve muhalefetin yoğun tepkisini çekmiştir.

Gerçekte Londra Konferansı’na katılacak temsilciler ile hükümet arasında bu konuda belirgin görüş ayrılıklarının olduğu anlaşılmaktadır. Dikerdem’in anılarında anlattığına göre; “İngiltere’den üçlü Konferansa çağrı gelince Kıbrıs Komisyonumuz çalışmalarını hızlandırdı… Biz de hazırlıklarımızı salt Kıbrıs üzerinde yoğunlaştırdık. Bir yandan da Kıbrıs Türk toplumu  ile sürekli bağlantı kurarak onların görüş ve isteklerini aydınlığa kavuşturduk. Türk kamuoyu artık Kıbrıs meselesini ulusal bir dava olarak benimsemişti. Yurdun her köşesinden, özellikle gençlik kurumlarından Ankara’ya telgraflar yağıyor, gösteri yürüyüşü yapmak, miting düzenlemek için başvurmalar, birbirini kovalıyordu. Fatin  Rüştü Zorlu meydan toplantısı isteklerinin hepsini geri çeviriyordu. Hayır, Kıbrıs için miting yapmanın sırası değildi… Hükümetin resmi görüşü iyice belirlenmeden meydanlarda toplanıp sorumsuz istekler ileri sürmek davaya fayda yerine zarar getirirdi… Sokaklarda çıkıp bağırmakla, aşırı isteklerde bulunmakla Londra’da savunacağımız tezin ciddiliğine gölge düşürebilirdik.

Ne var ki, Kıbrıs mitinglerini önlemek kolay olmuyordu. Halkoyu bir kısım basının yayınlarıyla coşturulmuştu. Üstelik, Yunanistan gibi eski bir düşmanı karşımızda görmenin kimi şoven çevrelerde yarattığı tepki hükümetin ılımlı hareket etmesini son derece zorlaştırıyordu. Bir takım tatlı su kahramanları ‘Ya Kıbrıs ya ölüm’, ‘Savaş isteriz’, ‘Yeşil Ada kızıl olamaz’ … gibi ucuz sloganlar ortaya koyarak Kıbrıs işinin daha o günlerde kanlı olaylara gebe olduğunu gösteriyorlardı.

… Başbakan yemek sonrasında basına bir demeç vermiş ve demecin dozunu da fazla kaçırmış. Gazete manşetlerine çıkan beyanatında Menderes: ‘Yunanlılar Polatlı önlerinde ne arıyorlardı? Tarihden ders almadılar mı? Gerekirse, yine derslerini veririz’ diyor, ilk kıvılcımları görülmeye başlayan yangına körükle gidiyordu. Bu sözler o günkü heyecanlı havaya belki yaraşmıştı ama, Londra’ya gitmekte olan heyetimizin işini güçleştirmiş(di).”[11]

6-7 Eylül Olayları

Demokrat Parti hükümetinin dönemin koşullarını tam olarak kavrayamadığı açıktır. Nitekim, Londra Konferansı sürerken Türkiye’nin İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerinde özellikle Rum/Yunan azınlıklarına yöneltilen yağma ve şiddet hareketleri hükümeti şaşkınlığa sürüklemiştir. 6-7 Eylül olayları sırasında DP hükümetinin yaşadığı kargaşayı göstermesi bakımından Dikerdem’in anılarında anlattığı Zorlu ve Sarol arasındaki telefon görüşmesi ilginçtir; “… Devlet Bakanı Mükerrem Sarol, İstanbul’daki dehşet verici durumu anlattıktan sonra, hükümetin bir bildiri yayınlamaya hazırlandığını, bildiride İstanbul olaylarının tüm sorumluluğunun ‘kızıl ve kara kuvvetler’e yükletileceğini söyledi… Fatin Bey hemen itiraz etti: Suçu ‘kızıl ve kara kuvvetler’e yüklemek geri tepecek bir silah olurdu. Dünya kamuoyuna Türk hükümetinin kızıl ve kara kuvvetler karşısında aciz kaldığını mi ilan edecektik? Hem böyle bir açıklama ile hükümet sorumluluktan kurtulmuş mu olacaktı?”[12]

Özellikle Menderes hükümetinin olayların sorumlusu olarak “kızıl ve kara kuvvetler”i göstermeye çalışması ve muhalefetin yaklaşımının olaylara neden olduğunu iddia etmesi, bir anda konuyu iktidar/muhalefet tartışması haline getirmiştir. TBMM’de yapılan görüşmeler sırasında hükümet temsilcilerinin yapmış olduğu açıklamalar ilginç tartışmalara yol açmıştır. Başbakan Yardımcısı olarak yaptığı konuşmada F. Köprülü; “… önce olayların sorumluluğunu muhalefete yüklemeyi denedi, fakat Meclis buna iltifat etmedi… Bunun üzerine Köprülü meşhur açıklamasını yaptı: Hükümet olaylardan  haberdardı!.. Evet, hükümet olaylardan, saldırılardan haberdardı, fakat zamanını öğrenememişti. Ondan dolayı da İstanbul ve İzmir, aniden parlayan yangınla yıkılıp yakılmıştı.”[13]

Hükümetin çelişkili tutumu ve Kıbrıs konusunda belli bir programa sahip olmadan kamuoyunun duyarlılığını hükümetin saygınlığını artırma olanağı olarak görüp kışkırtması karşısında muhalefet, hükümete sert eleştiriler yöneltmiştir. CHP lideri İsmet İnönü, TBMM’de 15 Aralık 1955’de yapmış olduğu konuşmada hükümeti maceracılıkla suçlamıştır; “… açıkça söylüyorum. 24 Ağustos’da Yunanistan’la harbeder gibi konuşursun, çalımından geçilmez. 15 Eylül’de Yunanistan’ın aleyhinde kim konuşursa dilini keserim, dersin, ondan sonra da İzmir’de o elemli hadiseyi yaparsın, işte bu sergüzeşttir… Bugün isabet edersin, yarın işte 6 Eylül hadisesi olur, ondan sonra ne yapacağını bilemezsin. Buna sergüzeşt derler.”[14]

“6/7 Eylül vukuatı daha akşam 19’da yağma ve tahrip edici karakterini meydana çıkarmış idi. Devlet reisi ve başvekilin, 6 Eylül akşamı İstanbul’dan ayrıldıkları vakit, vukuattan ilk haberleri almamış oldukları farzedilmez. Demek Haydarpaşadan ayrıldıkları zaman hadiseler ölçü içinde idi. Ancak Sapancaya vardıkları zaman ölçülerin kaçırılmış olduğuna hükmedilmiştir… Hülasa büyük facia ve hükümetin bütün suçu, en hafif tabir ile şudur: Vatandaş ve yabancı İstanbul ve İzmir sakinlerinin emniyeti korunmamıştır. İşte vukuat ile bu yakın mesuliyet ilişiği  olan ve hatta ağır suçlusu olması muhtemel bulunan Bay Adnan Menderes’in tahkikata amir ve hakim bulunması, kati olarak anormal, tehlikeli derecede yanlış bir yoldur… 6/7 Eylül vukuatından vahim surette mesul olan Adnan Menderes’in hükümetin başından ayrılması lazımdır.”[15]

Demokrat Parti hükümetinin Kıbrıs konusundaki politikasında ani değişikliğe giderek kamuoyunun duyarlılığını dikkate alması, hatta bu duyarlılığı daha da kamçılaması sonucunda, elde etmek istediklerinin tersi sonuçlar ortaya çıkmıştır. Türk ulusal kamuoyunun Demokrat Parti hükümetine olan destek ve güvenini artıracağı düşüncesiyle davranmak, sonuçta, hükümetin saygınlığını daha da kaybetmesine yol açmış ve basının, kamuoyunun ve özellikle muhalefetin hükümete sert eleştiriler yönlendirmesine olanak vermiştir.

Diğer yandan, 6/7 Eylül olayları sırasındaki tutumuyla hükümetin sergilemiş olduğu tutarsızlık, sonuçta, kamuoyu önünde ulusal dava olarak görülen bir konuda hükümet ile muhalefetin   -başlangıçta yöntem olarak- görüş ayrılıkları içerisinde olduğunun ilk işaretlerini de vermiştir. Nitekim, 16 Aralık 1955 tarihinde TBMM’de yapmış olduğu konuşmada hükümet ile muhalefet arasındaki dış politikaya ilişkin yaklaşım farklılıklarına değinen İnönü; “… Biz hükümetin metotları ile beraber değiliz. Dış politikada prensipler kadar metotlerin de ehemmiyeti vardır. 24 Ağustos’da Yunanistan’a hemen hemen harb ilanı ağzının kullanılması onbeş gün sonra dostumuz ve müttefiğimize karşı söz söyleyecek vatandaşın cehennem ile tehdit edilmesi ve 24 Ekim’de İzmir’de görülmemiş tarziye merasimine mahkum olmak… Bay Adnan Menderes’in sakat siyasetinin belirtileridir. Bela çıkarmaya hevesli görünen müttefikten sonunda dostlar da beladan kaçar gibi sakınırlar.

… Dış politikada metotlarını endişe ile izlediğimiz Hükümetin Büyük Millet Meclisi tarafından yetki sınırları içinde tutulmasına kati olarak lüzum vardır.

Hükümet dış meselelerimizde umumi efkarın ve gazetelerin aydınlatılmasından ve yardımlarından istifade etmiyor. Hele Büyük Millet Meclisinin bilmesinde ve desteklemesindeki büyük kuvveti hiç takdir etmiyor. Yakıştırıp her şeyi altüst edilmesini, ya susup ve(ya) susturup kendi aklı içinde çabalamayı ihtiyar ediyor. Bunlar sakat gidişlerdir.”[16]

Buna karşın, özellikle seçimlerin gündemde olduğu 1957 yılı ortalarından itibaren DP yöneticileri, muhalefet partilerini Kıbrıs konusunda hükümetin yaklaşımlarını desteklemediklerinden dolayı suçlamaya başlamışlardır. Örneğin; Cumhurbaşkanı C. Bayar, İnönü ve CHP’ye yönelik eleştirilerinde İkini Dünya Savaşı sonrasında burnumuzun dibindeki Oniki Adaların Yunanistan’a verilmesinde zamanın hükümetinin sessiz kaldığını ileri sürerek, eğer DP iktidarda olmasaydı Kıbrıs da sessiz sedasız elden kaçırılacaktı, demiştir.[17]

1960 Sonrası Dönem

1960 sonrası dönemde ise, iktidar/muhalefet partileri arasındaki ilişkilerde dış politikada genel bir birlikteliğin sürdürülmek istenmesi ve bu yöndeki çabaların genelde bütün siyasal partilerin desteğini toplaması ile Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler ve bu arada Kıbrıs konusu, iç politika tartışmalarında gündemde yer almamıştır. Buna karşın, 1960 sonrası dönemde Türkiye’nin siyasal yapılaşmasında meydana gelen değişiklikler, 27 Mayıs İhtilali’nin yol açtığı iç politika tartışmaları ve sivil iktidar/ordu arası tartışmalar, siyasal iktidarın oluşum şekli, ekonomik güçlükler iç politikada gündemi belirlemiştir. Bununla birlikte, ilerleyen dönemlerde 1961 Anayasası’nın getirmiş olduğu özgürlük ortamı içerisinde genel dış politika konularının kamuoyu ve basın önünde tartışılması söz konusu olmuştur.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin ve Kıbrıs sorununun bir iç politika konusu olarak gündem gelmesi ise, bu dönemde siyasi iktidarın yapılanışına bağlı olarak değerlendirilebilir. 1965 seçimlerine kadar iktidarın sivilleştirilmesi çabalarında hükümetlerin koalisyonlar şeklinde oluşması ve hassas bir denge üzerine kurulmuş olması, genel dış politika açısından olduğu kadar Kıbrıs sorunu üzerinde izlenecek politikalar konusunda da hükümetin hareket serbestisini kısıtlayıcı bir etki yaratmıştır. Bu bağlamda, koalisyon hükümetlerinin 1963/64 Kıbrıs olaylarına ilişkin politikasının muhalefet tarafından eleştirilmesinin belirgin ölçüde iç politika amaçlı olduğu söylenebilir. Özellikle Demokrat Parti’nin devamı olduğunu sıklıkla vurgulayan Adalet Partisi, CHP’nin kurmuş olduğu koalisyon hükümetlerine yönelik olarak suçlayan bir yaklaşım sergilemiştir.

Buna karşın, bu döneme damgasını vuran ve ordu/sivil yönetim ve kamuoyu arasında sarsılan güvenin yeniden kurulmasına, Türkiye’de demokrasinin bütün kurum ve değerleriyle yerleşmesi bakımından önem veren İnönü,  Kıbrıs konusunda ortaya çıkan ve Türk-Yunan ilişkilerini de sarsan olaylar sırasında anlaşmazlığı bir iç politika konusu haline getirmekten özenle kaçınmıştır. Bu konuda izlenecek politikaların belirlenmesinde TBMM’nin desteğini almaya çalışmıştır. İç politika tartışmalarının yoğun olarak yaşandığı ve siyasi duyarlılığın arttığı bir dönemde, Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik  şiddet hareketlerinin başlatılmasıyla birlikte, Kıbrıs konusu yeniden Türk kamuoyunun gündeminde yer almaya başlamıştır. Bu durum, muhalefete İnönü’nün yıpratılarak iktidardan uzaklaştırılması için kaçırılmaz bir fırsat yaratmış, bu kez muhalefet Kıbrıs konusunu hükümete yönelik eleştirilerinde kullanmaya başlamıştır.

1963/64 olayları sırasında Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmasının gereği üzerinde yapılan tartışmalar giderek İnönü’nün liderliğindeki koalisyon hükümetlerine yönelik suçlamalara dönüşmüştür. Suçlamaların yoğunlaştığı nokta ise, İnönü liderliğindeki koalisyon hükümetinin Zürih ve Londra Antlaşmalarının Türkiye’ye vermiş olduğu müdahalede bulunma hakkını kullanmada “anlaşılmaz” bir çekingenlik sergilemekte olduğu, dolayısıyla adadaki Türk toplumunun çıkarlarının korunmasında kararlı davranmadığı noktalarında toplanmıştır.

Dış politika açısından Türkiye’nin gündeminin Kıbrıs konusundaki gelişmelerle yüklü olduğu bu dönemde iç politikada partiler arasında iktidar mücadelesinin yapılmakta oluşu ve kurulan koalisyonların kolaylıkla dağılabilmesi hükümetin köklü çözüm önerileri getirebilmesini güçleştirmiştir. Bu bakımdan ilginç olan, partiler arası mücadelelerde Kıbrıs konusunun ele alış tarzıdır. 1963/64 olaylarının Türk kamuoyunda yaratmış olduğu tepki çerçevesinde hükümete yöneltilen eleştiriler, dış politikanın bu özel sorunu ile yakından ilintili olmuştur. İnönü liderliğindeki CHP-CKMP-YTP koalisyon hükümetinin, Başbakan İnönü’nün, Kennedy’in cenaze töreni nedeniyle ABD’de olduğu bir sırada koalisyon ortaklarının hükümetten çekilmeleriyle gündeme gelen siyasal bunalım döneminde, partilerin iktidar olabilme mücadelesi söz konusu iken, aynı zamanda Kıbrıs’ta Türk toplumunun yaşamsal çıkarlarını tehlikeye düşüren gelişmeler de yaşanmıştır. Böylesine bir ortam içerisinde, dış politikada karşılaşılan güçlüklerin aşılması bakımından istikrarlı bir hükümetin iktidarda bulunması konusunda genel bir kanının hakim olmasına karşın ve Kıbrıs’ta Türk toplumuna yöneltilen saldırılar karşısında Türkiye’nin adaya müdahalede bulunması konusu gündemde iken, iç politikada, hükümeti kurma konusunda çıkan bunalım belirgin bir tedirginlik yaratmıştır.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimini etkilemesi bakımından ele alındığında Kıbrıs konusunda ortaya çıkan gelişmelerin bir bakıma iç politikada hükümete istikrarsızlığı giderme olanağı verdiği söylenebilir. Oysa, bu bunalım sırasında izlediği tutumla İnönü, ülkenin yaşamakta olduğu istikrarsızlığın dış politikada hükümetin dengeli ve tutarlı bir yaklaşım sergilemesini ve inandırıcılığını büyük ölçüde olumsuz etkilediğini görmekle birlikte istikrarsızlığı gidermeye yarar bir unsur olarak ortaya çıkan gerginlikten yararlanmak yoluna gitmemiştir. Aksine; 1964 yılı başlarında Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik saldırılar gündemde iken, İnönü’nün başbakanlığında kurulacak olan CHP-Bağımsızlar koalisyon hükümetine AP güvenoyu vermemiştir. Buna karşın, Mart ayında Kıbrıs’ta yeniden Türk toplumuna saldırıların başlaması üzerine gündeme gelen Türkiye’nin askeri müdahalede bulunması konusu TBMM’de görüşülürken Meclis, hükümete 4 çekimser oya karşılık 487 lehte oyla Türk Silahlı Kuvvetlerini Kıbrıs’a gönderme yetkisi vermiştir.

Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmasının ABD tarafından “Jhonson Mektubu” ile önlenmesinin ardından hükümetin yaklaşımı yeniden tartışma konusu olmuş ve 15-17 Haziran’da toplanan TBMM, İnönü’nün ABD seyahati öncesinde istemiş olduğu güven oylamasında, hükümet 194 aleyhte oya karşılık 200 lehte oy alabilmiştir. Böylesi az bir farkla güvenoyu alan hükümetin istikrarlı bir yaklaşım sergilemesi ve Kıbrıs’ta izleyeceği politikalar için Meclis desteğine güvenebilmesi güçleşmiştir.

Diğer yandan, hükümetin Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunma konusunda yeterince kararlı davranmadığı görüşü kamuoyunda muhalefetin propagandasına konu olmuş ve bu durum hükümeti daha da zayıflatmıştır. Jhonson Mektubu’nun kamuoyuna açıklanmasından sonra CHP-Bağımsızlar hükümetine ve İnönü’ye yöneltilen suçlamaların abartılı olduğu anlaşılabilmiştir. Kamuoyu ve muhalefetin Kıbrıs olayları karşısında anlaşmalardan kaynaklanan yetkilerini kullanarak askeri müdahalede bulunması gerektiği konusunda yoğun baskıda bulunmalarına karşılık, İnönü’nün, kendisine ve hükümete büyük saygınlık kazandıracak olan böylesi bir kararı almakta dikkatli olmaya iten asıl neden İnönü’nün ülkenin saygınlığını hükümetin saygınlığının üstünde görmesindendir.

Gerçekten de, askeri müdahalede bulunmadığı ve yalnızca savaş uçaklarını göndererek sınırlı hedefleri bombalamakla yetindiği için haklılık kazandıracak siyasi ve hukuki gerekçelere sahip olmasına karşın yapılacak askeri müdahalenin Türkiye’nin saygınlığına gölge düşürmeyecek bir kesin başarı sağlaması gerektiği görüşünden hareket etmiştir. Nitekim, Türkiye’nin askeri müdahale için gerekli olan teknik olanaklardan yoksun olduğunun anlaşılmasından sonradır ki, gerek İnönü hükümeti gerekse daha sonra iktidara gelen AP hükümeti, Türkiye’nin olası bir gerginlik durumunda Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunması için gereken hazırlıklara girişmişlerdir.

Bu arada, belirtilmesi gereken bir başka nokta ise, 1964 olayları ve özellikle Jhonson Mektubunun Türk kamuoyunda gündeme gelmesi ile ortaya çıkan yeni çözümlemeler olmuştur. Yaygın kanıya göre, Türkiye’nin kendini haklı gördüğü bir konuda müttefiki olan bir ülkeden böylesine sert bir tepki almış olması, Türk dış politikasının yeni bir çizgiye oturtulmasına yol açmıştır. Giderek, Türk siyasal sisteminde hakim özgürlük havası içerisinde gerek aydın kesimin gerekse kamuoyunun duyarlı kesimlerinin iç politika sorunlarına karşı göstermiş olduğu ilgi dış  politika alanına da yansımış, DP döneminde özellikle ABD ile yapılmış olan ikili anlaşmalarla Türkiye’nin ulusal bağımsızlığından ödün vermiş olduğu, ABD ve NATO’ya daha fazla bağımlı hale geldiği, Türkiye’nin dış politikasını yeni bir çizgiye oturması gerektiği sıklıkla dile getirilmiştir. [18]

AP’nin 1965 seçimleriyle iktidara gelmesi sonrasında karşılaşmış olduğu en önemli sorunların başında , Türk dış politikasında yeni bir kişilik kazanma çabası yer almıştır. Nitekim, bir yandan ABD ile yapılan ikili anlaşmaların getirmiş olduğu olumsuz etkilerden, kısıtlamalardan kurtulmak yolunda ciddi adımlar atılırken, diğer yandan da Türk dış politikası tek yönlülükten kurtulma çabasına girişmiş, SSCB ile ve üçüncü dünya ülkeleri ile yeniden ilişkiler güçlendirmeye çalışılmıştır.

AP hükümetinin iç politikada ekonomik ve siyasi açıdan bunalımları aşmak için çaba göstermiş olduğu bir dönemde Türk dış politikasında da yeni bir kişilik arayışının söz konusu olması, Kıbrıs konusunun genel dış politika sorunları üzerinde belirleyici rol oynamasından etkilenmiştir. Öylesine ki, AP hükümeti, Kıbrıs konusunu bir an önce çözümlemek için yoğun bir çaba göstererek genel Türk dış politikasını bu sorunun etkisinden kurtarma çabasına girişmiştir. Ayrıca, ülkeyi bunaltan ekonomik sorunların yoğun olarak hükümeti uğraştırmakta olduğu bir ortamda Kıbrıs gibi bir sorunun Türk dış politikası üzerinde yaratmış olduğu baskı, hükümete oldukça ağır bir sorumluluk yüklemiştir.

Bu bağlamda, Demirel liderliğindeki AP hükümetinin Kıbrıs konusunu ve Türk-Yunan ilişkilerini gündemde tutarak iç politikada istikrarsızlığı giderme çabası içerisine girdiğini söylemek güçtür. Nitekim, Demirel Kıbrıs sorununun genel Türk dış politikası üzerindeki olumsuz etkilerini görerek bir yandan bu yapıyı kırmaya çalışmış diğer yandan da doğrudan Kıbrıs konusunda gerginliği gündemde tutacak sertlik yanlısı bir politika izlemekten uzak durmuştur. Kıbrıs konusundaki girişimler ise, daha çok diplomatik faaliyetler şeklinde yürütülmüş, Türkiye’nin özellikle BM çerçevesinde Kıbrıs’a ilişkin politikalarını desteklemesi için bağlantısız ülkeler üzerinde yoğun bir diplomatik propaganda yürütülmüş; Türkiye’nin bu ülkelerde yer eden olumsuz imajı dağıtılmaya çalışılmıştır.

Diğer yandan AP hükümeti, 21 Nisan 1967’de Yunanistan’da iktidarı ele geçiren askeri cuntanın başbakanı Kollias ile Keşan ve Dedeağaç’da 9-10 Eylül tarihlerinde bir araya gelerek, iki ülke arasındaki en önemli sorun olan Kıbrıs konusunu  görüşmek istemiş, ancak, görüşmeler sırasında Yunan tarafının görüşmelerdeki asıl amacının Enosis’i görüşmeler yoluyla sağlamak olduğu anlaşılınca Türk tarafı görüşmelerin devamından bir yarar görmediğini açıklamıştır.

1967 Kasım ayında Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik sert önlemlerin yeniden gündeme gelmesi ve Yunanistan’daki cuntanın olaylardaki sorumluluğu, Türkiye’nin yeniden adaya askeri müdahalede bulunmasını gündeme getirmiştir. Nitekim, 16 Kasım’da toplanan TBMM’de Kıbrıs konusundaki son gelişmeler ve Türkiye’nin müdahalesi karşısında bir Türk-Yunan savaşı riski tartışılmış ve yapılan oylamada 435 üyenin 432’sinin oyu ile hükümete Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesi yetkisi tanınmıştır. Kıbrıs konusunda bu gelişmeler yaşanırken iç politikada Demirel ve ABD karşıtı bir kamuoyunun varlığı söz konusudur.

Bununla birlikte, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunma kararı ABD, BM ve NATO çerçevesinde yürütülen arabuluculuk çabaları ve Yunanistan’daki cuntanın, Türkiye’nin ileri sürmüş olduğu koşulları yerine getirmesi üzerine diplomatik yöntemlerle gerginliğin giderilmesi çabalarına dönüşmüştür. Bu durum AP hükümetine dış politikada başarılı bir sonuç elde etme olanağı vermiş olmasına karşın, özellikle fanatik ulusçular açısından hükümete yönelik sert eleştiriler doğurabilmiştir. Kıbrıs sorununun kesin olarak çözümlenmesini Türkiye’nin adaya askeri müdahalede bulunması ve hatta, daha ileri giderek, adayı işgal ve ilhak etmesine bağlayan bu çevreler hükümete karşı hoşnutsuzluklarını dile getirmişlerdir.

Genellikle Türkiye’de siyasal iktidarların Kıbrıs konusunda anlaşmalardan kaynaklanan sorumluluk ve haklarını kullanarak Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmak konusunda göstermiş olduğu çekimserlik ve sorunların diplomatik kanallardan çözümlenmesi konusunda göstermiş olduğu duyarlılık kamuoyunda ani hayal kırıklıklarının yaşanmasına yol açmış ve hemen her seferinde Türkiye’nin askeri müdahalede bulunması tartışıldığında hükümetin aldığı karardan geri döneceği ya da bunun üçüncü ülkeler tarafından önleneceği kanısı yerleşmiştir.

1974 ve Sonrası Dönem

1963-64 ve 1967 bunalımları sırasında olduğu gibi 1974 bunalımı sırasında da kamuoyu  kadar belki de daha fazla Silahlı Kuvvetler, Türkiye’nin askeri müdahalede bulunma kararlılığını kuşku ile karşılamış ve hükümetin askeri müdahale kararından her an geri dönebileceği kuşkusunu taşımıştır.[19]

1967 bunalımı sonrasında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin ve bu arada da Kıbrıs konusundaki uzlaşmazlığın toplumlar arası görüşmelerde ele alınması söz konusu olmuş ve göreli bir durgunluk yaşanmaya başlanmıştır. Bu durgunluk, gerek Yunanistan’daki askeri cuntanın Yunan kamuoyu ve Kıbrıs Rum toplumunda giderek daha fazla saygınlığını kaybetmesi ve tepki ile karşılanmasına koşut olarak, uluslararası kamuoyunda da eleştirilmeye başlanması ve hem Yunanistan hem de Kıbrıs Rumlarının Enosis yönündeki çabalarının başarıya ulaşmasında en önemli engelin Türkiye olduğunun anlaşılmış olmasındandır. Gerek Türkiye’nin Kıbrıs’ta sınırlı kalmayacak bir savaş riskini ciddi olarak göze alabildiğinin anlaşılmış olması gerekse, Kıbrıs Rum yönetiminin Yunanistan’ın desteği olmadan Enosis yönünde bir girişimi başarı ile sonuçlandırmasının olanaksız olduğunun anlaşılması, Makarios’u Yunanistan’dan daha bağımsız bir politika izlemeye yöneltmiştir. Dolayısıyla, Kıbrıs’da Türk toplumuna yönelik davranışlarda daha ılımlı bir yaklaşım görülmeye başlanmış, Makarios yönetimi, Türkiye’nin sert tepkisine ve askeri müdahalede bulunmasına olanak tanıyacak girişimlerden kaçınmayı tercih etmiştir.

Bu durum, Türkiye’nin 1974 yılına kadar Kıbrıs’a ilişkin politikasını daha çok diplomatik alanda yürütmesine olanak sağlarken, iç politikada hükümete ekonomik ve siyasi sorunları çözümlemek için gereken serbestiyi sağlamıştır. Özellikle ideolojik sağ ve sol görüşler arasındaki karşıtlığın yoğunluk kazandığı, hükümetin ekonomik açıdan izlediği politikaların yol açmış olduğu istikrarsızlığın eleştirildiği bir ortamda dış politika bakımından da hükümete sert eleştiriler yöneltilmeye başlamıştır. NATO ve ABD ile olan ilişkiler ve Türkiye’nin bağımsız bir politika izlemekte kararlılık göstermediği, suçlamalar arasında sıklıkla vurgulanmış, hükümetin bağımsız, kararlı, tutarlı, çok yönlü bir dış politika izlemesi gerektiği ileri sürülmüştür. Bunun için de, her şeyden önce, hükümetin, ülkeyi ekonomik açıdan dışa bağımlılıktan kurtarmasını sağlayacak yapılanmayı gerçekleştirmede kararlılık göstermesi gerektiği ileri sürülmüştür.

1974 Kıbrıs olayları ise, Türkiye’de iç ve dış politikada yeni bir sürecin başlangıcını oluşturmuştur. Yunan askeri cuntasının düzenlemiş olduğu Makarios karşıtı darbe sonrasında, adadaki Türk toplumunun hak ve çıkarlarının, yaşamlarının doğrudan tehlike altına girmesi ve Enosis’in fiilen gündeme gelmiş olması karşısında Türkiye’nin, antlaşmalardan kaynaklanan haklarını kullanarak adaya askeri müdahalede bulunma kararını almasında hükümet ve muhalefet partileri, görüş birlikteliği içerisinde olmuşlardır.

Ancak, gerçekte bu görüş birliği yüzeysel ve ulusal kamuoyunun dış tehlikeler karşısında görmek istediği bir zoraki birliktelik şeklinde gelişmiştir. Gerek hükümeti oluşturan koalisyon ortağı CHP ve MSP arasındaki ilişkiler bakımından,  gerekse muhalefet partileriyle olan ilişkiler bakımından sürekli bir çekişme yaşanmıştır bu dönemde. Kıbrıs konusundaki gelişmeler iç politikadaki tartışmaları bir süre için önlemekle beraber, gelişmelerin askeri alandan diplomatik alana kaymasıyla birlikte, hükümet ve muhalefet partileri arasındaki çekişmeler yeniden gündeme gelmiştir.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Türkiye’de siyasi iktidara oldukça büyük bir saygınlık kazandırmıştır. Gerek muhalefet partileri ve gerekse kamuoyu, basın Ecevit’in şahsında somutlaşan CHP-MSP koalisyon hükümetinin göstermiş olduğu başarıyı büyük bir coşku ile karşılamıştır. Ancak, Kıbrıs konusundaki gelişmelerin diplomatik alana kaymasından sonra kamuoyunun ilgi odağı yeniden iç politika konularına yönelmiştir. Özellikle siyasi açıdan, iktidarı oluşturan CHP ve MSP arasındaki görüş ayrılıklarının giderek daha fazla gündeme geldiği görülmüştür.

Askeri girişimlerin yerini diplomasiye bırakması ve konunun bu aşamasında da CHP-MSP koalisyon hükümetinin tutarlı ve kararlı bir yaklaşım sergilemesi, ulusal/uluslararası ortamda özellikle Ecevit’in kişiliğinde somutlaşan bir popülarite/saygınlık yaratmıştır. Bu arada, koalisyon ortakları arasında görüş ayrılıklarının hükümet görevlerini aksatacak bir nitelik kazanması, ayrılığın kaçınılmaz olduğunun görülmesi ile birlikte, yeni bir hükümetin kurulması arayışları ortaya çıkmıştır. Türkiye’deki siyasi partilerin Meclis aritmetiği içerisindeki dağılımının tek partiye dayalı bir hükümetin kurulmasına olanak vermemesi, sonunda, azınlık hükümetleri, koalisyon arayışları ve erken seçime gidilmesi gibi yöntemleri tartışma sahnesine getirmiştir. Böylesi bir ortamda, ilk iki seçeneğin partiler arası görüş ayrılıklarının giderilememesi nedeniyle geçersiz kalması, bir erken seçime gidilmesini daha uygun hale getirmiş, ancak, Ecevit liderliğindeki CHP dışında diğer tüm partiler yapılacak bir erken seçimde önemli oranda oy kaybına uğrayabilecekleri endişesi ile seçim önerisine soğuk bakmışlardır.

Gerçekten de, 1973 seçimleri sonrasında hiç bir siyasi partinin tek başına hükümeti oluşturabilecek sayıda parlamento üyesine sahip olmaması, partiler arasında zoraki birlikteliği gerekli kılmıştır. Bu bakımda, CHP ve MSP arasındaki koalisyon ortaklığı, iki parti arasındaki temel görüş farklılıklarına rağmen, büyük umutlarla kurulmuştur.

CHP-MSP koalisyon hükümetinin iktidara gelmesinden sonra koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıkları ve devlet anlayışlarındaki görüş ayrılıklarının çatışmaya dönüşmesi ve hükümetin uygulamaya çalıştığı programın işleyişine aykırı bir alması, gündeme CHP-MSP koalisyonunun dağılmaya başladığı tartışmalarını getirmiştir. Kıbrıs olayları ise, bu ortamda CHP-MSP koalisyonunun dağılmasını geciktiren bir etken olmuştur.

İç politikada CHP ve iktidar ortağı durumundaki MSP arasındaki görüş ayrılıkları genellikle şu noktalar üzerinde toplanmıştır. CHP-MSP  koalisyon ortaklığını düzenleyen protokol hükümlerinin hükümetin MSP kanadı üyeleri tarafından sık sık farklı uygulamalara konu edilmesi, Bakanlar Kurulu’nda MSP’li bakanların ilgi alanına giren konularda fiili durumlar yaratarak hükümeti güç duruma düşürmeleri, MSP’li bakanların yurt içi gezilerde koalisyon protokolüne aykırı vaatlerde bulunurken CHP karşıtı açıklamalar yapmaları, MSP lideri Erbakan’ın yetkilerini aşarak yabancı devlet temsilcileriyle çeşitli alanlarda ön anlaşmalarda bulunması ve bunları açıklayarak hükümeti habersiz olduğu bir olayla karşı karşıya bırakması, MSP’li bakanların bakanlıklarında yoğun bir partizanlık gütmeleri, sanayileşme ve yatırım öncelikleri konusunda yaşanan görüş ayrılıkları, ağır sanayi hamlesi adı altında propagandaya yönelik hayali fabrika temellerinin atılması vd.

Ancak, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın sağlamış olduğu saygınlık ve ulusal kamuoyunda oluşan dayanışma, bir süre için iktidar ve muhalefet partileri arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırırken, koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıklarını da ikincil kılmıştır. Buna karşın, Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlığın ve Kıbrıs sorununun uluslararası diplomasi alanına kaymasından sonra yeniden iç politika tartışmaları gündeme gelmeye başlamıştır. Bir yandan kamuoyu ve basında büyük bir popülarite/saygınlık kazanmış bir Ecevit ve CHP-MSP koalisyonunun artık yürümeyeceğini gösteren davranışlar, diğer taraftan, koalisyonun dağılmasıyla birlikte gündeme gelecek olan güçlü bir hükümet arayışı. Böylesi bir ortamda Başbakan Ecevit’in İskandinavya ülkelerine yapacağı gezinin kararnamesinin MSP kanadı tarafından onaylanmaması ve bu gezi sırasında Başbakanlığa Erbakan’ın yerine CHP’li Devlet Bakanı Eyüpoğlu’nun vekalet etmesinin kararlaştırılması, koalisyon hükümetinin dağılmasında etkili olmuştur.

16 Eylül 1974 tarihinde CHP-MSP koalisyonunun dağılması ile birlikte, Türkiye’de, iç politikada yoğun bir partiler arası hükümet oluşturma girişimi yaşanmıştır. CHP lideri Ecevit’in güçlü bir hükümet oluşturmak için en kısa zamanda bir erken seçime gidilmesini açıklamasından sonra, muhalefet partileri bu öneriyi benimsememiştir.

Ecevit’in erken seçime gitme kararını benimsemeyen diğer siyasi partiler, büyük ölçüde, Kıbrıs olaylarının Ecevit ve CHP’ye kazandırmış olduğu saygınlığın oya dönüşebileceğinden çekinmiştir. CHP açısından ise, kamuoyunda CHP sempatisinin oya dönüşmesi halinde ortaya seçmen ve parlamento desteğine sahip bir güçlü hükümetin iktidara gelebileceği inancı erken seçime gidilmesi önerisinin yapılmasında etkili olmuştur.

Diğer yandan, CHP ve Ecevit’in erken seçime gidilmesi ve seçimler sonrasında güçlü bir hükümetin oluşturulması önerisinin Türkiye açısından iç politikada olduğu kadar dış politikada da önemli sonuçlar doğuracak bir yaklaşım tarzı olduğu söylenebilir. Gerçekten de, Ecevit ve CHP erken seçime gidilmesi önerisiyle ortaya çıktığında, bunu ayrıca Türkiye’nin dış politikasında yaşanan olaylara bağlamışlardır. Özellikle Kıbrıs konusunun diplomatik alana kaymış olması, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların giderilmesi için en uygun ortamın sağlanmış olduğu gerçeği dile getirilmiş ve bu arada da, Kıbrıs sorununa adada yaşayan Türk toplumunun çıkarlarını güvence altına alan ve Türkiye’nin etkin garantisini hükme bağlayan bir çözümün bulunabilmesi için gereken görüşmeleri yürütebilecek bir hükümetin parlamento desteğine sahip olması gerektiği ileri sürülmüştür. Bu dönemde Yunanistan’da da Karamanlis’in kendine verilen desteği yeterli görmeyerek seçmenlerin desteğini aramış olması ve arkasına parlamento desteğini alarak görüşme masasına oturmak istemesi, Türkiye’de de Ecevit/CHP açısından benzer bir sürecin yaşanması için gerekli görülmüştür.

Bu açıdan düşünüldüğünde, Ecevit ve CHP’nin özellikle dış politika açısından kendini parlamentoda güçlü bir desteğe sahip bir hükümet olarak görmek istemesini yadırgamamak gerek. Gerçekten de, bir yandan süreçsel koşulların iki ülke arasındaki sorunların ve bu arada da Kıbrıs sorununun çözümlenmesine uygun olması ve her iki ülkenin de ortak ve kalıcı olduğuna karar verdikleri ve üzerinde anlaştıkları bir çözüm şeklini kendi ulusal kamuoylarına kabul ettirebilecek saygınlık ve olanaklara sahip olmaları söz konusudur. Ancak, bu ortamda hükümetin üzerinde uzlaşacağı çözüm şeklini karşılıklı bazı ödünler sonunda sağlaması gerektiğinden, bunun beraberinde bazı riskleri de taşıdığı söylenebilir. Ulusçu duyguların en üst düzeyde olduğu ve üstelik, hükümetin MSP kanadının fetihçi bir anlayış sergilemekte olduğu ve Kıbrıs’ın bütünüyle alınması gerektiğini, kendilerinin bunu yapmak için çaba göstermelerine karşın iktidar ortağı CHP’li bakanların buna karşı çıktıklarını iddia ettiği bir ortam içerisinde Ecevit ve CHP-MSP koalisyonunun görüşmelerden bazı ödünler vermeden başarılı sonuçlar elde etmesi olanaksızdır.

Diğer taraftan, Türkiye’de hükümeti hangi siyasi partilerin ve nasıl kuracakları tartışılırken, dış politika açısından ABD’de Türkiye’ye silah ambargosu uygulanması kararı alınmış; ancak bu karar 10 Aralık’a kadar “Ankara’nın ateşkese uyarak barışçı çabaları sürdürmesi, Ada’ya yeni asker ve silah yollamaması ve toplumlararası görüşmelerin sürdürülmesini sağlamak koşuluyla” ertelenmiştir.[20]

ABD Kongresi’nin almış olduğu ambargo kararı ve bu kararın olası sonuçlarının henüz Türkiye’de yeterince değerlendirilemediği böylesi bir ortam içerisinde, ABD yönetimi, özellikle Kissinger aracılığıyla, Türkiye’ye uygulanması düşünülen ambargo kararının alınması sonucunda Kongre karşısında azalan saygınlığını kurtarmak için Kıbrıs sorununda toplumlararası görüşmelerin yapıcı bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamaya yönelik ciddi çabalar sergilemeye başlamıştır.

“Kissinger’in hazırladığı senaryo, Türkiye’nin sonradan gerçekleştirebilmek için iki yıl çabaladığı ‘ikili federasyon’ ilkesinin Rum ve Yunanlılarca kabul edilmesini içeriyordu. Daha da önemlisi, müzakerelerin başlamasıydı. Başlayınca, Kıbrıs konusu uluslararası kamuoyunun gözü önünden çelinebilecek ve Lefkoşa’da Denktaş ve Klerides yıllarca tartışabilecekti. Hiçbir uluslararası kuruluş da ‘müzakeresi yapılan’ bir konu için baskı kampanyası sürdüremezdi. Kongre’de kararı alınan ambargo, altışar aylık aralarla ertelenerek etkisizleştirilebilir ve sorun kendi kendine erirdi.

Klerides, Kissinger’in girişimini hemen kabul etmişti. Bu şekilde Makarios’un geri dönüşü kolaylıkla engellenebilecek ve kendisi Cumhurbaşkanlığı koltuğunda rahatça oturabilecekti.

Karamanlis de Türkiye’nin yapacağı ‘jest’leri kamuoyunda kolaylıkla  ‘onurumuzu kurtardık’ diye sunabilecek, Makarios’un dışarıda kalmasıyla yeni bir karşıt durumdan kurtulacaktı.

Böylesine sıcağı sıcağına bir girişimle, Kıbrıs’daki ikinci harekat sonrası bozulan denge nedeniyle ayaklanan uluslararası kamuoyu yatıştırılabileceği gibi, siyasal çözüme doğru da en temelli adım atılmış olacaktı.”[21]

Böylesi bir ortam içerisinde, Türkiye’de hükümet kurma çabaları, bir an için, dış politika sorunlarının önüne geçmiştir. Nitekim bir yandan hükümeti kurma çabaları, diğer yandan ekonomik açıdan karşılaşılan sorunlar, geçici olarak işbaşında bulunan CHP-MSP koalisyon hükümetinin yeni hükümet kurulana kadar devletin rutin işlerinden başka işlerle uğraşmasına olanak vermemiştir.

Diğer yandan; sağduyunun gereği olarak vurgulanmaya başlanan CHP-AP koalisyonu da gerçekleşemediğinden durum daha da karmaşık bir görünüm sergilemeye başlamıştır. Parlamento desteğine sahip bir hükümetin oluşturulamadığı bir ortam içerisinde, Ecevit in liderliğinde CHP azınlık hükümeti kurulması önerisi tartışılmaya başlanmıştır.

“Kıbrıs’a ilişkin gelişmelerin en önemli aşamasına gelindiği ve dönüm noktası sayılabilecek olanağın kaçırılmaması içi, CHP lideri son derece cesur bir girişimde bulundu. Korutürk’e (Cumhurbaşkanı) hiçbir koalisyon olanağının bulunmaması durumunda ‘azınlık hükümeti’ önerisini getirdi. ‘Eğer bugün bu olanağı hükümetsizlik nedeniyle kaçırırsak, Türkiye ileride çok acı çekebilir. Ben tüm sorumluluğu alıp gereken adımları atmaya hazırım,’ dedi.” [22]Ancak, Korutürk başlangıçta sıcak baktığı bu öneriye, diğer partilerin baskıları üzerine, işlerlik kazandırmaktan çekinmiş olsa gerek.

Bununla birlikte; Türkiye’de Kıbrıs konusunda yapılan görüşmelerde çözüme yönelik girişimler içerisinde Türkiye’nin ne gibi adımlar atabileceğinin belirlenmesi gerekmiştir. Ecevit in  başkanlığında Dışişleri, Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay yetkililerinin katılmış olduğu bir toplantıda ortak bir görüş saptanmaya çalışılmış; ancak geçici hükümetin koalisyon ortağı Erbakan, alınan kararlara muhalif kalmıştır. Kararlarda Türkiye’nin uzlaşmayı sağlamak için önemli sayılabilecek bir ödünde bulunamamasına karşın, Erbakan’ın kararlara katılmaması ve ikna olmaması, Türkiye’nin tarihsel bir olanağı kaçırmasına yol açmıştır. Hükümetin ortak bir karara varamaması sonucunda Kissinger’in girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Bunun sonucunda da, kısa bir süre sonra Makarios Kıbrıs’a geri döneceğini açıklamış, Klerides’in benimsemiş olduğu federasyon tezinden üniter devlet tezine dönülmüştür.

Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin ve Kıbrıs sorununa ilişkin gelişmelerin Türkiye’deki 1973-74 dönemi iç politika gündeminden belirgin ölçüde etkilendiğini söylemek olasıdır. Her ne kadar siyasi partiler arasındaki çekişmeler Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesinin gündeme gelmesi ile geçici olarak durgunlaşmışsa da, askeri müdahalenin yerini diplomasiye bırakmasından sonra iktidar ve muhalefet partileri arasındaki çekişmeler yeniden gündeme gelmiştir ve bun da en büyük etken de, koalisyon ortakları arasındaki derin görüş ayrılıkları olmuştur. Bir hükümet bunalımının yaşanması ve bu bunalımın koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıklarından kaynaklanmış olması düşüncesi aslında, Kıbrıs’ta hükümetin elde etmiş olduğu başarının ulusal kamuoyunda seçmen desteğine dönüştürülmesi çabası ile birlikte ele alınabilir. Bu bağlamda; Ecevit liderliğindeki CHP’nin MSP ile olan koalisyon ortaklığından kurtulmak için ortaya çıkan bunalımdan yararlandığı da söylenebilir. Bir yandan koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıkları, diğer yandan da, Kıbrıs olaylarının Türk seçmen kitlesi önünde Ecevit’in kişiliğinde somutlaşan saygınlık kazandırıcı rolü, CHP-MSP koalisyonunun daha kolay dağılmasına ortam hazırlamıştır.

Ancak, dönemin koşulları dikkate alındığında, hiç bir siyasi partinin kendi oy oranının açıkça düşeceğini gördüğü bir erken seçime evet demesi mümkün olamamıştır. Aksine, Ecevit ve CHP’nin popülaritesinin artmış olduğu koşullarda ne AP ne de diğer küçük partiler erken bir seçime olumlu bakmışlardır. Diğer yandan, Ecevit’in azınlık hükümeti kurarak Kıbrıs sorununa görüşmeler yoluyla bir çözüm getirmesi durumunda elde edeceği siyasi başarının iç politikada saygınlığını daha da artıracağı kuşkusu, diğer partilerin azınlık hükümetine karşıt tavır almalarında etkin olduğu kadar, geçici hükümetin  MSP kanadının da Türkiye’nin görüşmeler sırasında izleyeceği yaklaşımlar saptanırken Genelkurmay’ın da desteklediği önerilere aynı gerekçe ile karşı çıktığı söylenebilir. [23]

Erken seçim beklentisinin gerçekleşememesi üzerine, Kıbrıs olaylarının hükümete kazandırmış olduğu saygınlığın CHP’ye tek başına iktidar olma olanağı vermediği anlaşılmıştır. Diğer yandan, doğan hükümet bunalımı ile birlikte, Kıbrıs ve Türk-Yunan ilişkilerinde gündeme gelen ve Türkiye’nin çıkarları açısından büyük önem taşıyan görüşme sürecinin ortaya çıkması, izlenecek politikaların inandırıcılığı ve tutarlılığı bakımından  güçlü bir hükümeti gerektirdiğinden bunalım daha da derinleştirmiştir. Böylesi bir ortam içerisinde  ne MSP dışındaki küçük partilerle ne de AP-CHP arasında bir koalisyon ortaklığı kurmak mümkün olmamıştır. Oysa; 1961 yılında benzeri yaşanan AP-CHP koalisyon ortaklığının bu dönemde de Türkiye’nin çıkarlarına en uygun çözüm şekli olduğu sıklıkla vurgulanmıştır.[24]

Sonuçta, 1974 Kıbrıs olayları sırasında izlenen politikanın hükümete sağlamış olduğu saygınlığın bir iç politika avantajı olarak diğer siyasi partilere karşı kullanılmak istenmesinin hükümete belirgin bir yarar sağlamadığı gibi, Türkiye’nin genel ve özel çıkarları bakımından da zararlı sonuçları olduğu söylenebilir.

İç politika açısından, Kıbrıs olayları, siyasi partiler arasında kısır çekişmeleri sona erdirmek, yaşanan siyasi ve ekonomik bunalımın kolaylıkla aşılmasını sağlayacak toplumsal dayanışma ve bütünlüğü sağlamak yerine tam tersi sonuçlanmış, ortaya daha büyük bunalımlar çıkarmıştır. Dış politikaya ilişkin yaklaşımlar, siyasi partiler arasında bir karşılıklı suçlama aracı olarak görülmeye başlanmıştır. Elde edilen başarı ya da başarısızlık, seçmen kitle önünde siyasi partiye verilecek olan desteğin ölçüsü olarak görülmeye başlanmıştır.

Gerçekten de, Türk siyasi yaşamında uzun süre Ecevit liderliğindeki CHP-MSP koalisyonunun neden dağılmış olduğu tartışılmış ve bunda Kıbrıs olayları sırasında Ecevit’in kişiliğinde somutlaşan popülaritenin oya dönüştürülmek istenmiş olmasının ne denli etkili olduğu sorulmuştur.

Diğer yandan, özellikle seçim çalışmaları sırasında MSP’nin Kıbrıs olaylarını bir propaganda aracı olarak kullandığı da görülmüştür. Öylesine ki, bu propaganda çabası içerisinde Ecevit ve CHP’li bakanların Kıbrıs’a askeri müdahale yapılmasına karşı çıktıkları, müdahalenin MSP’li bakanların zoruyla yapıldığı, barış görüşmeleri sırasında CHP’nin büyük ölçüde toprak tavizi verme yanlısı olduğu ileri sürülmüştür.[25] Erbakan, 1990’larda da aynı yaklaşım içerisinde, Kıbrıs olayları sırasında Türkiye’nin göstermiş olduğu kararlılığı, kendi partisine mal etme çabası içerisinde koalisyon ortağı CHP’ye karşı suçlamalarını sürdürmüştür.

Bu bağlamda, Türkiye’de iç politika tartışmalarının ve ard arda gelen koalisyonların Türk-Yunan ilişkilerine yönelik politikalarındaki dalgalanmaların, sorunların çözümünü güçleştirdiğini söylemek olasıdır. Gerçekten de Kıbrıs olaylarından sonraki dönemde, iki ülke arasındaki ilişkileri gerginlik yönünde tırmandıran en önemli olaylar Ege Denizi’ndeki sorunlar üzerinde yaşanmış ve gerek Yunanistan’ın gerekse Türkiye’deki hükümetlerin konuya yaklaşımları, barışçıl çözüm arayışlarını engellemiştir. Dönemin ilişkilerinde Kıbrıs’tan sonra en fazla sözü edilen sorun, Ege Denizi’ndeki kıta sahanlığının saptanması sorunu olmuştur. Kıta sahanlığı sorunu, ilk kez 1973 seçimleri sırasında CHP’nin programlarında yer almış ve seçim sonrasında kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti sırasında da Türkiye, TPAO’ya petrol arama ruhsatları vererek konuyu iki ülke arasında gündeme getirmiş ve Ege Denizi’nde, Türkiye ve Yunanistan arasında bir kıta sahanlığı sınırlandırmasının gereğini dile getirmiştir. Ancak, Kıbrıs konusundaki gelişmeler bir süre bu sorunu ikincil planda tutmuştur.

CHP-MSP koalisyonun dağılması sonrasında Sadi Irmak azınlık hükümeti döneminde yapılan açıklamalar, daha Yunanistan ile resmi görüşmelere başlanmadan, Türkiye’nin resmi görüşlerinde değişiklik yapıldığı şeklinde yorumlanabilecek nitelikte olmuştur. Sadi Irmak’ın iki ülke arasındaki kıta sahanlığı sorununun Lahey Adalet Divanı’na gidilerek  de çözümlenebileceğini dile getirmesi, daha önce sorunun çözümlenmesi için öncelikle görüşmeler yolunun denenmesini isteyen Türk tarafının görüşlerini değiştirdiği şeklinde yorumlanmıştır. Irmak’ın bu açıklaması, iç politikada sert eleştirilere hedef olmuştur.

Diğer yandan, azınlık hükümeti sonrasında kurulan Demirel’in Başbakanlığındaki MC hükümeti sırasında, Türkiye ve Yunanistan arasında sürdürülen görüşmelerde Irmak hükümetinin yaptığı bu açıklamalar Türk tarafını güç durumda bırakmıştır.

Bu durum, özellikle Mayıs 1975 tarihli Roma ve Brüksel toplantıları sırasında taraflar arasında yapılan görüşmelerde ortaya çıkmış ve Brüksel toplantısı sonrasında hazırlanan bildirgede Türkiye; Lahey Adalet Divanı’na gidilmesini benimsemiş olduğunu, ancak, ikili görüşmelerin de sürdürülmesi gerektiğini karara bağlayarak bir esneklik yaratmaya çalışmıştır. Bir süre sonra da, Türkiye’de yoğun eleştirilere yol açan bu yaklaşım, hükümetin yeni bir açıklama yapmasını gerektirmiş ve yapılan açıklamada, Ege kıta sahanlığı sorununun iki ülke arasında yapılacak olan ikili görüşmeler yoluyla çözümlenebileceği görüşünü dile getirmiştir.

“… Zirveden kısa bir süre sonra, yapılan hata anlaşılmış ve Türk bürokrasi çarkları, Demirel’in verdiği sözü değiştiren bir şekilde adımını geri aldırmış ve anlaşma olmadığını ileri sürmüştür. Bu örnek, Türk diplomasisinin tüm aksaklıklara rağmen ‘temel çizgiyi’ koruması, hatta saptıran siyasi lideri bile yeniden eski politikaya döndürmesinin en açık belgesidir.” [26]

Ancak, CHP-MSP koalisyon hükümeti sonrasında iktidara gelen hükümetlerin hazırlıksız oldukları bir konuda yaptıkları açıklamalar iki ülke arasında yaratılmaya çalışılan güven ortamını zedelerken, gerek liderlerin gerekse Türkiye’nin inandırıcılığına gölge düşürmüştür.

Benzer bir durum, 1976 yılında, Türkiye’nin Ege Denizi’nde kıta sahanlığı üzerinde sismik araştırmalar yapmak istediğini açıklamasıyla gündeme gelmiştir. Demirel hükümetinin, Türk-Yunan ikili görüşmeleri sürerken Ege Denizi’nde MTA Sismik I Araştırma gemisinin kıta sahanlığına ilişkin sismik araştırma yapacağını açıklaması ve bunu bir propagandaya dönüştürmesi, bir anda Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri savaşa sürükleyen bir yönelim izlemeye başlamıştır.

Dönemin gelişmelerini  Birand şu şekilde anlatmaktadır; “Hükümet içi sorun, kısa bir süre sonra iç politika sorununa dönüverince, kamuoyu gelişmeleri yakından izlemeye başladı ve birden, Demirel önde olmak üzere tüm Bakanlıklar Hora’ya sahip çıkmaya başladılar.

Yunanistan çalkalanadursun, Temmuz ayının ortasına gelinmiş; Hora hala denize indirilecek duruma gelmemişti. Oysa demeçler birbirini izliyor ve çıkış gününü TRT’ye açıklamak bir Bakanı kahraman yapmaya yetiyordu. Demirel de artık ‘Ege fatihi’ olmanın daha karlı bir iç politika yatırımı sayılacağını anlamış, veryansın ediyordu: ‘Hora’ya dokunana karşılık veririz. Yakında araştırma başlayacak. Bunu kimse engelleyemez.’

Demirel bir yandan demeçleriyle sertlik gösterirken, öte yandan da açıklamalarında yeni bir tema işlemeye başlamıştı: ‘Hora’nın araştırmalarıyla kıta sahanlığı sorunu arasında bir ilgi yoktur. Buna müdahale korsanlık olur’du.

Ecevit, işte 21 Temmuz günü bu konuda sert bir tepki gösterince sorun ciddileşiverdi. Ecevit, Hora’nın Ege’ye çıkışını bir balıkçı teknesine benzetmek akıl almaz bir çelişkidir. Hora ile kıta sahanlığı sorununu ayıran Demirel, böylece başka ülkelere de aynı sularda araştırma yapabilme hakkı tanımakta ve Hora’nın görevini yozlaştırmaktadır. ‘Bu durumda Yunanlılar Hora’ya çiçek yollarlar!’ diyerek MC’yi sıkıştırıyordu.” [27]

HORA-MTA Sismik I araştırma gemisinin 6 Ağustos’ta Ege Denizi’nde önceden belirlenmiş bölgelerde sismik araştırma yapmaya başlaması ile birlikte, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler gerginleşmiş ve iki ülke arasında bir savaş olasılığı ortaya çıkmıştır. Her iki ülkede de kamuoyunun gerginliği büyük bir ilgi ile izlemesi ve ulusçu duyguların genel havaya hakim olması, hükümetlerin hareket serbestisini kısıtlarken savaş olasılığı daha da artmıştır.

Buna karşın, Türkiye’de hükümet, ulusal kamuoyu önünde yapmış olduğu sert açıklamaları Yunanistan ile yapmış olduğu resmi görüşmeler sırasında kullanmaktan özenle kaçınmıştır. Kriz öncesinde olduğu gibi kriz sırasında ve sonrasında da Türkiye’de Demirel hükümeti, HORA’nın Ege Denizi’nde yapmış olduğu araştırmaların uluslararası sularda yapılan bilimsel nitelikte araştırmalar olduğunu, herhangi bir siyasal içerik taşımadığını savunmuştur. Kriz öncesinde, 23 Temmuz’da, Çağlayangil ve Kozmadopulos arasında yapılan görüşmeler sırasında krizin önlenmesi için esnek bir formül üzerinde anlaşma sağlanmaya çalışılmıştır.

Birand’ın belirttiğine göre; bu görüşme sırasında Yunan tarafı, kamuoyunun baskılarını hafifletmek açısından, Türkiye’nin, HORA’nın izleyeceği rotaları önceden Yunanistan’a bildirmesini ve Yunanistan’ın da buna göre uzaktan gözleme yapmakla yetinebileceğini söylemesine karşın, Türk tarafı, böyle bir davranışı önceden Yunanistan’dan izin almak şeklinde yorumlanabileceğini öne sürerek, yapılacak araştırmanın Ege Denizi’nde kıta sahanlığına sahip çıkma anlamını taşımadığını açıklayabileceğini belirtmiştir. [28]

Demirel Hükümeti’nin, Ecevit liderliğindeki CHP-MSP koalisyonunun ÇANDARLI gemisine vermiş olduğu görevden farklı bir nitelikte görevlendirildiğini açıklayarak, HORA’yı Ege Denizine göndermesi gerçekten bir çelişki olmuştur. Gerçekten de HORA gemisi, her ne kadar bilimsel bir araştırma yürütmek için Ege Denizi’ne açılmışsa da, üstlendiği görevin bir siyasal nitelik taşımaktan da öte, iki ülke arasında doğrudan bir savaşa yol açabilecek bir boyutu da bulunmaktadır. Bir yandan iki ülke arasındaki bir savaşı göze alarak yola çıkmak ve iç politikada olayı bu yönüyle değerlendirmek, diğer yanda da, kıta sahanlığı konusunda Türkiye’nin resmi isteklerinin dışında bir yaklaşım sergilemek; yapılan hareketin bir hak iddiası anlamı taşımadığını açıklamak, hükümetin iç politika amaçlı davrandığı şeklinde yorumlanabilir. Ancak, girişilen hareket yalnızca iç politikada gündemi belirli bir süre için değiştirmekle kalmamış aynı zamanda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimi bakımından da yeni bir gerginlik ortaya çıkarmıştır.

Ortaya çıkan bunalımın azaltılması, Yunanistan’ın çabalarıyla mümkün olmuştur. Karamanlis Hükümeti’nin, Türkiye’nin tutumu karşısında askeri yollar yerine siyasi ve hukuksal yollara başvurmayı tercih etmesi, bir anda hem Yunanistan’da Türkiye’nin saldırgan emeller peşinde koştuğu ve gerginliği tırmandıran taraf olduğu suçlamalarına olanak vermiş hem de Karamanlis hükümetinin, barışı seçen taraf olarak ulusal/uluslararası alanda saygınlığının artmasına olanak tanımıştır.

Bunun yanı sıra; Türkiye’nin bu dönemde yaşamakta olduğu ekonomik ve toplumsal sorunlar ve siyasal çekişmelerin hükümetlerin iç politikada olduğu gibi dış politikada da tutarlı davranmalarını engellemiştir.

Kıbrıs sorununda herhangi bir ilerlemenin sağlanamamış olmasından dolayı uluslararası kamuoyunun Türkiye’ye yönelttiği eleştiri ve baskıların sürmekte oluşu; ABD tarafından Türkiye’ye uygulanan ambargonun yaratmış olduğu sorunlar; ekonomik açıdan Türkiye’nin içinde bulunduğu darboğaz; terör olaylarının önemli oranda artmış olması; uluslararası finans çevrelerinin Türkiye’ye kredi verirken güçlükler çıkarmaları ve yaratılan bağımlılık; iktidarların dış politikada kararlı ve tutarlı davranabilmelerini güçleştirmiştir. Ayrıca, koalisyon hükümetleri sırasında küçük partilerin sürekli ayrılma tehditinde bulunarak alınan kararlar üzerinde etkili olmaları da söz konusudur. İç politikaya ilişkin sorunlar üzerinde olduğu gibi uygulanacak dış politika konusunda da koalisyon ortakları arasında önemli görüş ayrılıkları yaşanmıştır. Bu ise, hükümetin dış politikada kararlı davranmasını engellemiştir. Özellikle MC koalisyonları sırasında MSP ve Erbakan’ın sürekli karşı çıkması sonucunda Kıbrıs ve Türk-Yunan sorunlarına bazı küçük ödünlerle çözüm bulunması yolu kapalı kalmıştır. Öylesine ki, yapılan görüşmeler sırasında Türk temsilciler çözüm önerilerini koalisyon ortağı Erbakan’a kabul ettirmekte güçlük çektiklerinden yakınır hale gelmişlerdir.

Bu bağlamda, zaman zaman liderlerin Türk-Yunan ilişkileri konusunda yapmış oldukları açıklamalar, Türkiye’nin bazı toprak talepleriyle ortaya çıktığı şeklinde yorumlanabilecek bir nitelik taşımaya başlamıştır. Örneğin, Demirel, HORA’nın açmış olduğu gerginlikten kısa bir süre sonra, Ege Denizi’nde Yunanistan’a ait olan adaları “Ege Adaları” olarak adlandırmaya başlamış ve bu yönde ısrarlı olmuştur.

“Demirel, 20 Ağustos günü Esenboğa’ya inerken, Cumhuriyet muhabiri Turgut Güngör, Yunan, ‘Yunan adaları’… diye bir soru sorarken, sözünü kesip, ‘Yunan adaları demeyin, Ege Adaları deyin!’ şeklinde konuşunca kıyamet koptu.

Dışişleri de şaşırmıştı. Bu söz, Türkiye’nin Yunan adalarına göz dikmesi anlamına geliyordu açıkça. Bir ülkenin lideri bunu söyleyince kamuoyunda önemli beklentileri de başlatır ve günün birinde istemese de, savaşın gerçek tohumlarını atmış olduğunu görüverirdi. Ancak iş işten geçerdi.

Demirel tepkiler gelince bu sözünün üzerine gitti ve ‘Ege adaları dedim ve de Ege adaları diyeceğim,’ diye yeni bir açıklama yaptı.

Yunan kamuoyunun kaygılarında haklı olduğunu, uluslararası alanda Türkiye’nin gerçekten adalarda gözü olduğunu perçinleyen bir yaklaşımdı bu… Yunanistan’ın Batı ülkelerine dönüp ‘işte Türkiye’nin kıta sahanlığından gerçek beklediği, bir gün adaları ağına düşürebilmektir’ propagandasına en güzel olanağı hazırlamış oldu… Adalar bu olaydan sonra artık Türkiye’deki en basit vatandaşın bile gözüne batmaya başladı.” [29]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimini etkilemesi bakımından göz önünde bulundurulması gereken bir başka unsur ise; siyasal iktidarın sivillerin elinden orduya geçtiği dönemlerdeki dış politika değişiklikleridir. 1980’li yılların sonlarına kadar Türkiye’de hemen hiç bir siyasi iktidar, kamuoyunun yoğun duyarlılığını ve baskısını göz ardı ederek iki ülke arasındaki sorunları tek taraflı ödünlerle çözümlemek çabası içerisinde olmak istememiş, böyle bir yöneteme başvurmaktansa sorunları sürüncemede bırakmayı tercih etmiştir.

1980 Sonrası Dönem

12 Eylül askeri müdahalesi sonucunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin sivil yönetimi iktidardan uzaklaştırarak ülke yönetimini eline geçirmesi, iç ve dış politika kararlarının alınması ve uygulanması sırasında kamuoyu ve baskı grupları kadar siyasi parti liderlerinin de etkinliğini ortadan kaldırmıştır. Böylesi bir ortam içerisinde, Türkiye’de askerlerin önündeki en önemli sorunların başında, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik kriz ortamından kurtarılması için gereken önlemlerin bir an evvel alınması, terörün önlenmesi ve uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin demokratik kişiliğine yönelik bir saldırı olarak algılanan askeri darbenin yol açmış olduğu tepkilerin azaltılmasını sağlayacak girişimler yer almıştır.

Siyasi partilerin ve parlamentonun kapatılması, demokratik hak ve sorumlulukların yanı sıra Anayasa’nın askıya alınması, basın üzerinde sansür oluşturulması, kamuoyunun tepkilerinin baskılarla sindirilmesi vb. uluslararası kamuoyunda ve özellikle Avrupa’da Türkiye’nin demokratik değerlerden ayrılmış bir yönetim altında olduğu izlenimini güçlendirmiştir. Avrupa Konseyi, AET gibi uluslararası kuruluşlarda ulusal kamuoylarının baskıları sonucunda Türkiye’deki askeri yönetim karşıtı bir yaklaşım belirmeye başlamıştır. Ancak, Türkiye’deki demokrasinin gölgelenmesi olmasına karşın, Batı stratejik çıkarları açısından hala önemini korumakta oluşu, NATO üyesi ülkelerin Türkiye’ye karşı ılımlı bir yaklaşım sergilemesine neden olmuştur.

Askeri darbenin ilk günlerinden itibaren ABD başta olmak üzere diğer NATO üyesi ülkelerin Türkiye’deki askeri yönetimi ılımlı bir dil kullanarak benimsemiş olmaları, Batı ve Doğu Bloku arasındaki ilişkiler, Afganistan bunalımı, İran İslam Devrimi, İran-Irak savaşı vb olaylarla bağlantılı olarak Türkiye’nin stratejik öneminin yeniden gündeme gelmiş olmasındandır. Bölgesel bunalımların yoğun olarak yaşanmakta olduğu böylesi bir ortamda, NATO sistemi içerisinde yeni bir çatlağın oluşmasının sakıncaları, bu ülkelerin Türkiye üzerinde yoğun baskı yapmalarını engellemiş ve bu ülkeler, ulusal kamuoyları karşısında Türkiye’ye karşı kimi zaman sert bir dil kullanmakla beraber, ikili ilişkilerde ılımlı bir yaklaşım sergilemek zorunda kalmışlardır.

Türk-Yunan ilişkileri bakımından, Türkiye’deki askeri müdahalenin ayrı bir önemi vardır. Bu askeri müdahale sonucunda Yunanistan’ın NATO askeri kanadına dönüşünün sağlanmış olması, daha sonraki dönemlerde sivil yöneticilerin, dışişleri bürokrasisinin ve hatta askerlerin sert eleştiriler yöneltmesine yol açmıştır.

Yunanistan’ın NATO’ya dönüş koşullarını hükme bağlayan “Rogers Planı”nın daha sonra Yunanistan tarafından reddedilmesi ve bu durumda herhangi bir yaptırımın öngörülmemiş olması, Türkiye’nin bir oldu bitti ile karşılaşmasına neden olmuştur. Gerçi Başbakan B. Ulusu ve Dışişleri Bakanı İ. Türkmen’in haberi olmadan düzenlenen Türkiye’nin vetosunu geri aldığına ilişkin karar, Evren ve Rogers arasında “asker sözü” yeterli güvence sayılarak alınmıştır; ancak, Yunanistan’ın bu anlaşmayı NATO askeri kanadına dönmesinden sonra geçersiz saymasıyla güvence fiilen işerlik kazanamamıştır.[30]

Dışişleri Bakanlığının olduğu gibi, günümüzde siyasi partilerin büyük çoğunluğu, Türkiye’nin, Yunanistan’ın NATO’ya katılımını kolaylaştıran çekinceleri geri alma kararının, Yunanistan’a Türkiye karşısında önemli diplomatik ve siyasi olduğu kadar ekonomik avantajlar sağladığı kanısındadır. Gerçekten de, Yunanistan’ın AET’e tam üye olmasından sonra Türkiye’nin de tam üyelik başvurusunda bulunacağının tartışılmaya başlanması, Yunanistan’ın veto yetkisini gündeme getiriş ve Türkiye’nin, NATO’daki veto yetkisini zamansız kaldırmakla işlediği hata anlaşılmıştır. Dolayısıyla, Türkiye, hem NATO’daki veto yetkisini kaldırmasına rağmen Yunanistan’la olan NATO’ya ilişkin sorunlarını çözümleyememiş hem de AET’e tam üyelik başvurusunda bulunacağı zaman Yunanistan’a, kendisine karşı kullanabileceği ve pazarlık konusu olarak ortaya çıkaracağı bir avantaj vermiştir.

1980 Sonrası Sivil Dönem

Bir başka açıdan; Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler, Türkiye’de 1983 sonrası sivil dönemde siyasi iktidarın dış politika gündeminde de belirleyici rol oynamıştır. Özellikle ABD ve NATO ile ilişkiler ve Avrupa Konseyi, AET’e tam üyelik konuları gündeme geldiğinde hemen her zaman Türkiye’nin önüne Yunanistan ile olan sorunları ve Kıbrıs sorunu çıkarılmıştır. Dolayısıyla, hemen bütün iktidarlar, Türkiye’nin dış politikasını Yunanistan’la olan ilişkilerin baskısından kurtarmak için yoğun bir çaba göstermek zorunda kalmıştır. Gerçekten de ekonomik kalkınma çabası içerisinde önemli adımlar attığı iddiasında olan ve AET’e tam üye olarak katılmayı kendi iktidarları döneminde gerçekleştirmek amacını güden Özal hükümetleri için Yunanistan ile Türkiye arasındaki sorunların karşılıklı güven ve işbirliği ortamı içerisinde yeniden geliştirilmesi bir zorunluluk olmuştur. Papandreu’nun Türk-Yunan ilişkilerinde izlemiş olduğu sertlik yanlısı ve Türkiye’yi sürekli bir tahdit kaynağı olarak göstermeye çalışan politikalarına karşın, Özal hükümetleri döneminde Türkiye, sürekli olarak barış ve işbirliği çağrısında bulunmak çabası içinde olmuş; hatta, iki ülke arasındaki temel uzlaşmazlık konularını geçici bir süre için dondurarak her iki ülkenin de ortak çıkarlarına olan turizm, ekonomi, ticaret vb alanlarda işbirliğine giderek, halklar arasındaki güveni yeniden kurmayı önermiştir.

1984-87 bunalımları sonrasında iki ülke arasında diyalogun yeniden kurulması bir zorunluluk olmuş ve “DAVOS ruhu” olarak adlandırılan bir yakınlaşma çabası söz konusu olmuştur. Ancak, gerek Papandreu’nun gerekse Özal’ın iki ülke arasındaki diyalogun yeniden başlatılmasındaki asıl amaçlarının farklı olması, bir süre sonra çabaların suya düşmesine yol açmıştır. Bu bağlamda, Özal hükümetinin asıl amacının parlamentodaki desteğini ve kamuoyundaki popülaritesini kullanarak iki ülke arasındaki ilişkileri diyalog zeminine oturtmak, Türkiye’nin AET’e tam üye olmasını sağlayacak yolu açmak olduğu söylenebilir.[31] AET’e tam üye olmanın gerçekleşmesi söz konusu olduğunda da bunun hükümete diğer partilere karşı olumlu bir puan sağlayacağından söz edilebilir. Giderek, Özal hükümetinin Türk-Yunan ilişkilerinde izlediği aşırı iyimser yaklaşımın ve sürekli zeytin dalı uzatan taraf olma çabasının Türk iç politikasında hükümetin genel dış politika yaklaşımı çerçevesinde eleştirildiğini de söylemek mümkündür. Ancak, hükümet bütün eleştirilere karşın parlamento desteğini kullanarak izlediği yaklaşımı sürdürmüştür.

Bir başka açıdan, Özal hükümetlerinin Yunanistan’a karşı izlemiş olduğu aşırı ılımlı yaklaşımın zaman zaman çizgiden saptığı da söylenebilir. 1984-87 bunalımları sırasında Yunanlıları hırçın ve dayak yemeden ağlayan çocuklara benzetmiş; 1987 referandumu sırasında evet oylarını simgeleyen mavi rengin Yunan bayrağının rengi olduğunu söyleyerek hayır anlamına gelen turuncu rengin tercih edilmesini sağlamaya çalışmıştır.[32]

1990’lı Yıllar

Döneme ilişkin en önemli Türk – Yunan uyuşmazlığı olarak Kardak bunalımı yaşanmıştır. Bu bunalım sırasında sergilemiş olduğu yaklaşımla özellikle Başbakan T. Çiller, ulusal kamuoyunda eleştirilerle karşılaşmıştır. Bunalım sırasında Dışişleri bürokrasisinin görüşlerine karşı duyarsız kalmasının yanı sıra kamuoyu önünde “bu bayrak inecek bu asker gidecek” türünden duygusal söylemlerle olaya bakışı Kardak bunalımı sırasında gerek diplomatik gerekse hukuki/siyasi tezlerin inandırıcılığını azaltmıştır. Örneğin N. Akıman’a göre; “… Bu kriz[Kardak] sadece birtakım yüksek mevkilerde bulunan politik şahsiyetlerin bundan yararlanmasına yol açmıştır. Hatta buna belki medya da dahildir. Başbakan ‘Ben bayrağı indirdim. Askeri oraya çıkardım’ gibisinden sözler söylüyor. Peki de sorunu çözebildiniz mi? Yoo… Sadece krizi giderdiniz. O nokta başarılı. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, sanıyorum krizin atlatılmasında ustaca davranmıştır… Ama unutmayalım ki bu, sorunu çözmüş değildir. Yunan tarafı hala ‘Ada bizimdir’ gibi beyanlarda bulunuyor. Demek ki hala adanın sahibi oldukları iddiası içindeler… Bizim o zaman (1987 krizinde) krizi atlatma teklifimiz sorunun çözülmesi koşuluna bağlıydı. Bugün de bunu yapmaları lazımdı. Mevcut Davos mekanizması da hazır. O mekanizmayı işletebilir, ya da başka bir mekanizma devreye sokulabilirdi. ‘Bu şartla oradan çekiliriz. Aksi halde orada kalırız ‘denebilirdi. ‘Bizim adamız’ diyorsunuz; sonra da çekiliyorsunuz. Şimdi girip oraya bayrak çekebiliyor musunuz? Demek ki bundan şüpheniz var. Şüpheniz yoksa bile bu egemenlik hakkını ortaya atamıyorsunuz. Orada egemenlik hakkınız varsa geri çekilmezsiniz”.[33] Gerçekten de, gerginlik sonrasında Yunanistan Savunma Bakanı Arsenis yapmış olduğu bir radyo konuşması sırasında gerginlikten Yunanistan’ın galip çıktığını çünkü Türkiye’nin Yunanistan’ı diyaloga zorlamadığını açıklamıştır.[34] Hükümetin siyasi başarısızlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başarısı ile kapatılmaya çalışılmış, bu durum ise eleştiri konusu olmuştur.

Diğer yandan, bunalımın çıktığı ilk anda Türkiye’nin diplomatik tepki vermede yeterince atak davranamadığı ve egemenliğe ilişkin böylesine duyarlı bir konuda tezlerine inandırıcılık kazandıracak açıklamaları yapmakta yetersiz kaldığı eleştirileri yapılmıştır. Başbakan Çiller’in Kardak kayalıklarının hukuki statüsüne ilişkin belgelerin Dışişleri Bakanlığı arşivinde bulunamadığına ilişkin sözleri ise Türk tezlerinin inandırıcılığını ilk başlarda zedelemiştir. Ancak daha sonra Osmanlı tapu kayıtlarının ve 1932 Türk – İtalyan protokollerinin ortaya çıkarılması ile bu durum giderilmeye çalışılmıştır. Hükümetin bunalım sırasında yaptığı açıklamalarla Dışişleri bürokrasisini dışlamış olduğu izlenimi ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte S-300 Füzelerinin Kıbrıs’ta konuşlandırılacağına ilişkin tartışmalar gündeme geldiğinde olayın iç politikadaki boyutları bir an için göz ardı edilirse, askeri ve siyasi yöntemler ve diplomasinin birlikteliği bakımından etkin bir  yol izlendiği görülmüştür. [35]

Türk – Yunan ilişkilerinde Öcalan bunalımı ile başlayan süreçte Hükümetin izlemiş olduğu dış politikanın işleyiş tarzı konusunda zaman zaman eleştiriler yapılmıştır. Bu eleştirilerden bir kısmı hükümetin Yunanistan’ın Öcalan ve PKK terör örgütüne vermiş olduğu desteğin böylesine açığa çıkmış olmasından yeterince yararlanılamamış olmasında odaklanırken iki ülke arasında başlatılan diyalogun da aslında Yunanistan’ın terörü destekleyen ülke imajından kurtulmasını ve uluslararası baskılardan sıyrılmasını sağlayacak önemli bir ödün olduğu ileri sürülmüştür. Yunanistan ile başlatılan ılımlı diyaloğun, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğe aday ülke statüsünün tanınmış olduğu Aralık 2000 Helsinki Zirvesi’nde Yunanistan’ın veto engelinin aşılmasını kolaylaştırdığı görüşüne karşın, aslında, Yunanistan’ın bu durumdan da avantajlı çıktığı söylenmiştir. Nitekim, Helsinki Zirvesi’nde alınan kararlar çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlıkların 2004 yılına değin ikili görüşmelerle çözümlenmesi gerektiği karar altına alınarak Türk – Yunan uyuşmazlığı Avrupa Birliği’nin uğraşı alanı içerisine sokulmuştur.[36]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri etkilemesi bakımından Türkiye’de Silahlı Kuvvetlerin / Milli Güvenlik Kurulu’nun dış politika kararları üzerinde belirgin etkisinden söz etmek mümkündür. Bu durum bir yanıyla ulusal güvenlik boyutu, diğer yanıyla strateji belirleme bakımından söz konusudur. Milli Güvenlik Kurulu’nda ele alınan konular arasında Türkiye’nin ulusal güvenliğini yakından ilgilendiren PKK ve ayrılıkçı terör hareketleri, terör örgütlerine verilen dış destekler, bölge ülkeleriyle ilişkiler, AB ile geliştirilmeye çalışılan ilişkiler bu dönemde sıklıkla gündeme getirilerek gerek hükümetin ve gerekse Türk Silahlı Kuvvetleri’nin stratejik yönelimi belirlenmiştir. Özellikle 1993 seçimleri sonrasında iktidara koalisyon hükümetlerinin hakim oluşu ve bu hükümetlerin ekonomik sorunların anı sıra güvenlik ve dış politikaya ilişkin sorunların çözümünde de gereken başarıyı göstermekten uzak kalmış olmaları dikkate alındığında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin anayasal sorumluluklarını ve haklarını yerine getirmede duyarlı davrandığı görülmüştür. 28 Şubat Kararları olarak anılan MGK kararlarının ardından Türk siyasi yaşamında TSK’nin etkinliğinin arttığına ilişkin yorumlar yapılmaya başlanmıştır. Bunun somut dış politika gelişmeleri üzerindeki etkisi ise DYP / RP Koalisyon hükümetinin dış politikaya ilişkin uygulamaları sırasında daha da belirgin olarak hissedilmiştir.


[1] Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Ankara: İmge Kitabevi, 1990, s. 108.

[2] N. Güvenç, Kıbrıs Sorunu Yunanistan ve Türkiye, İstanbul: Çağdaş Politika Yayınları, 1984, s. 115.

[3] M. Gönlübol ve Diğerleri, Olaylarla …, s. 351.

[4] M. Gönlübol ve Diğerleri, Olaylarla…, s. 351.

[5] N. Güvenç, Kıbrıs Sorunu …, ss. 116-117.

[6] M. Gönlübol ve Diğerleri, Olaylarla…, s. 352.

[7] Fahir Armaoğlu, “1955 yılında Kıbrıs Meselesinde Türk Hükümeti ve Türk Kamuoyu,” A. Ü. SBF Dergisi, Cilt. 14, No. 2/3, (Temmuz 1959), ss. 57-85.

[8] F. Armaoğlu, “1955 yılında Kıbrıs…,” s. 74.

[9] Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, Cilt 3, İstanbul: Bilgi Yayınları, 1991, ss. 141-143.

[10] Mümtaz Soysal, Dış Politika ve Parlamento, Ankara: Sevinç Matbaası, 1964, s. 240.

[11] Mahmut Dikerdem, Ortadoğu’da Devrim Yılları, İstanbul: Cem Yayınları, 1990, ss. 127-128.

[12] M. Dikerdem, Ortadoğu’da…, s. 146.

[13] M. Toker, Demokrasimizin…, ss. 134-135.

[14] M. Soysal, Dış Politika…, s. 240.

[15] Ayın Tarihi, Aralık 1955, s. 39’dan aktaran; F. Armaoğlu, “1955 Yılında Kıbrıs…,” ss. 127-128.

[16] TBMM Tutanak Dergisi, 16 Aralık 1955.

[17] Bkz; Feroz ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi 1945-1971, İstanbul: Bilgi Yay. 1976, s. 170.

[18] 1960 sonrası Türk kamuoyu ve basınının dış politikaya yaklaşımı konusunda bkz; Duygu Sezer, Kamu Oyu ve Dış Politika, Ankara: A. Ü. SBF Yay. 1972.

[19] 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile ilgili Türk yazınında çıkan kitaplardan bazıları için bkz; Mehmet Ali Birand, 30 Sıcak Gün, İstanbul: Milliyet Yay. 1980; Mehmet Ali Birand, Diyet…; Erol Mütercimler, Kıbrıs Harekâtının Bilinmeyen Yönleri, İstanbul: Yaprak Yay. 1990; Erbil Tuşalp, Paşa ile General, İstanbul: Bilgi Yay. 1991; Yalçın Doğan, “10. Yıldönümünde Kıbrıs Barış Harekâtı’nı Ecevit Anlatıyor,” Cumhuriyet, 20-31 Temmuz 1984. Zehra Y. Cerrahoğlu, Birleşmiş Milletler Gözetiminde Kıbrıs Sorunu ile İlgili Olarak Yapılan Toplumlararası Görüşmeler (1968-1990), Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998.

[20] M. A. Birand, Diyet…, s. 54.

[21] M. A. Birand, Diyet…, s. 56.

[22] M. A. Birand, Diyet…, s. 57.

[23] Bu konuda bkz; M. A. Birand, Diyet…, ss. 60-62.

[24] Bu konudaki tartışmalar için bkz; dönemin Türk basını; ayrıca, Metin Toker, Not Defterinden, İst. Milliyet Yay. 1981. 1980 sonrası Türk siyasi kültüründeki değişikliklerin en önemli göstergesi 1992 yılına gelindiğinde CHP ve AP’nin devamı olan SHP ve DYP arasında bir koalisyon ortaklığının kurulması olmuştur.

[25] Bkz; dönemin basını; ayrıca, “Erbakan’ın Evren’in Anıları Üzerine Düşünceleri,” Milliyet, 2 Aralık 1990.

[26] M. A. Birand, Diyet…, s. 121.

[27] M. A. Birand, Diyet…, s. 169; ayrıca, Ecevit’in demeci için bkz; Milliyet, 23 Temmuz 1976.

[28] M. A. Birand, Diyet…,

[29] M. A. Birand, Diyet…, ss. 201-202.

[30] Bu konudaki tartışmalar için bkz; U. Güldemir, Kanat…,

[31] Ercüment Yavuzalp’in yazdığında göre, “Göreve başladıktan sonra dış politikada Özal’ın kafasını ağırlıklı olarak meşgul eden konulardan bir başkasının da Yunanistan’la olan ilişkilerin durumu olduğu anlaşılıyordu. Bu ülkeyle ilgili olarak ne zaman bir sorun gündeme gelse,o zaman Yunanistan’da iktidarda olan ve bize karşı her fırsatta hasmane tutum sergileyen Papandreou’yu kastederek, ‘ Ercüment Bey göreceksiniz, bu adamı yola getireceğiz’, diyordu. Bunu tehdit anlamında söylemiyordu. Özal’a göre ilişkileri düzeltmek için önceliği iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri geliştirmeye vermek lazımdı. Bu sağlanırsa, maddi yararlar, siyasi sorunların çözülmesi için bir baskı unsuru teşkil edecekti. İki ülke halkı, günlük yaşamları için iyi ilişkiler içinde olmanın nimetlerini somut olarak görmüş olacaklardı. Bu d, siyasi sorunların çözümü için, bugün mevcut olandan çok daha iyi bir ortam sağlayacaktı.” Ercüment Yavuzalp, Liderlerimiz ve Dış Politika, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1996, ss.266-267.

[32] Genel olarak bkz, dönemin Türk basını.

[33] Leyla Emeç Tavşanoğlu, Türk – Yunan Sorunları Akiller Tartışıyor, İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1998, s.97.

Michael Robert Hickok, “Falling  Toward War in the Aegean: A Case Study of the Imia/Kardak Affair”, http://www.dodccrp.org/proceedings/DOCS/wcd00000/wcd00044.htm, B. Tarihi: 23/09/1999.

[35] Bu konuda bkz; Gencer Özcan, “Sonun Başlangıcı”, Onbir Aylık Saltanat- Siyaset, Ekonomi ve Dış Politikada Refahyol Dönemi, İstanbul: Boyut Kitapları, 1998, ss..201-216.

[36] Mümtaz Soysal, “Cicim Ayları”, Hürriyet, 7 Mayıs 2000, s. 13. “Yunan Dışişleri Bakanı, kendisini ziyaret eden meslekdaşını karşılama nutkunda Kıbrıs’tan söz ettiğinde, Türkiye’nin askeri harekatını nitelemek için yığınla söz varken ‘istila’ anlamına Yunanca ‘izvoli’ demişse, bunu sorun yapmayanları kınamaktan uzak durmak, kendi halkının onuruna çıkmak mıdır?

Eski Yunan Başbakanı müteveffa Andreas Papandreu, bir yandan halk yığınlarını kendisine kazandıran ekonomik, sosyal ve hukuksal reformları yaparken bir yandan da, biz sevmesek de, ülkesinin onuruna ustaca sahip çıkmayı çok iyi bilirdi. Oğlunun da içinde bulunduğu şimdiki hükümet, kendi halkının onuruna sahip çıkmayı çok değişik ve yumuşak bir üslupla yine becerdi; … Türkiye’dekiler, yabancıların hoşuna gitmek uğruna ne ülkenin onuruna sahip çıkabildiler, ne halkın çıkarlarına. Bedelini de bir gün ödeyeceklerdir.”Mümtaz Soysal, “Bir Parçacık Onur”, Hürriyet, 9 Nisan 2000, s. 13.

TR-GR/Aksu

Lisansüstü çalışmalarını Türkiye'nin Yunanistan'la olan uyuşmazlıkları üzerine yürüttü. Türkiye'nin dış politikası ve dış politika krizleri özelinde çalışmalarını yoğunlaştırmaktadır. www.tdpkrizleri.org / www.tfpcrises.org / www.turkishgreek.org sitelerini hazırlamaktadır.

Learn More →

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir