Yönetimlerin iç politika kaygılarıyla davranarak iki ülke arasındaki ilişkileri sarsacak olaylara sebep olduklarının örneklerine Yunanistan açısından da değinilebilir. Gerçekten de, ilerleyen dönemlerde Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin bozulmasında oldukça önemli bir yere sahip bulunan  Kıbrıs konusunun Yunanistan’da iç politika gündemine getirilişi ve Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi konusunun bir ulusal dava niteliği kazanması süreci dikkate alındığında, iç politika kaygılarının yoğun etkide bulunduğu görülmektedir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunan halkının müttefikler yanında yer alarak İtalyanlara ve Almanlara karşı verdikleri savaşın karşılığı olarak Oniki Adalar’ın Yunanistan’a verilmesi Kıbrıs’a ilişkin beklentilerin yeniden gündeme gelmesine yol açmıştır. Başlangıçta İngiltere ile olan ilişkilerin bozulmamasına özen gösterilirken, Türkiye ve Yunanistan arasındaki statükonun bozulması dikkate alınmadan bu tarz bir politika izlenerek Yunan halkının ulusçu duygularının uyarılmış olması, ilerleyen dönemlerde sağduyulu düşünmeyi güçleştirmiş, izlenecek politikalarda ulusal kamuoyunun beklentilerinin aşırı ölçüde etkili olmasına yol açmıştır.[1]

Diğer yandan, savaş sonrası dönemde Yunanistan’da ve Kıbrıs’da özellikle Kilise tarafından uyarılan Enosis yönündeki ulusçu isteklerin gerçekleştirilebilmesini sağlamak için Yunanlı yöneticiler büyük ölçüde bir ikilem içerisine düşmüşlerdir. Bir yandan, 1949 yılına değin süren iç savaş sırasında sarsılan ulusal dayanışmayı yeniden sağlamak için çaba gösterilirken, diğer yandan da Yunan ulusal birliğinin sağlanmasına koşut olarak, soğuk savaşın getirmiş olduğu ulusal güvenlik kaygılarını azaltacak uluslararası bağlantıların kurulması gereği, Yunan devlet adamlarının Kıbrıs konusunda kamuoyunda yaygınlaşan Enosis isteklerini uluslararası gündeme getirmelerini güçleştirmiştir. Özellikle, büyük ölçüde İngiltere’ye bağımlı olan bir Yunanistan’ın, bu ülkeyle olan stratejik çıkar ve bağlarını sarsmasını göz ardı ederek bu ülkenin egemenliğinde bulunan bir ada üzerinde hak iddiasında bulunması uygun bulunmamıştır bu dönemde. Dolayısıyla, Kıbrıs konusunda Yunanistan’da resmi bir politikanın oluşması büyük ölçüde iç politik sistemin ve ulusal dayanışmanın yerleşmesine koşut olarak yürümüştür. Diğer yandan, İngiltere’nin Akdeniz bölgesinde üstlenmiş olduğu liderlik rolünü ABD’ye kaptırmaya başlaması da Yunanistan’ın İngiltere karşısında daha rahat hareket edebilmesini kolaylaştırmıştır.

Yunanistan’ın Kıbrıs konusundaki istemlerini uluslararası alana taşıma girişimlerinde iç politika kaygılarının etkisini görmek mümkündür. 1952 yılında Papagos’un seçimlerde başarı kazanarak iktidara gelmesinde Kıbrıs konusunun ilk kez bir partinin programında yer almış olmasının ve Papagos’un, İngiltere’ye karşı Yunan kamuoyunun isteklerini savunabilecek ulusal lider olarak görülmüş olmasının etkili olduğu söylenebilir. Gerçekten de, Papagos, 1954 yılında Kıbrıs konusunu uluslararası gündeme taşırken büyük ölçüde Yunan kamuoyunun göstermiş olduğu duyarlılığa ve Yunan kamuoyunda uyandırmış olduğu saygınlığa dayanmıştır. [2]

Diğer yandan, Yunanistan’da özellikle 1960 sonrası dönem Türk-Yunan ilişkilerinin Yunan iç politikasındaki dalgalanmalardan etkilendiği dönem olmuştur. Zürih ve Londra Anlaşmalarıyla Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumları arasında hak ve statülerinin belirlenmiş olduğu ve garanti altına alındığı bir bağımsız Kıbrıs devletinin kurulmuş olmasına karşın, kısa bir süre sonra, Yunan ve Rum kamuoyunun Enosis yönündeki istemlerinden bütünüyle vazgeçmediği ortaya çıkmıştır. Bu durum, Türkiye ve Yunanistan arasında ilişkilerin yeniden dostluk ve işbirliği çerçevesinde geliştirileceği ümitlerini suya düşürmüştür. Kısa süre sonra, Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik şiddet hareketlerine dönüşen toplumlararası görüş ayrılıkları, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri temelden sarsarken Yunanistan’da bağımsız bir Kıbrıs’tan Enosis’e nasıl ulaşılacağının olası planları yapılmaya başlanmıştır. Enosis’in gerçekleşmesine en önemli engelin Türkiye oluşu karşısında Yunanistan, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesini güçleştirecek her türden önlemi alma yoluna gitmiş ve 1963-64 bunalımları sonrasında Kıbrıs Rum toplumuna askeri gereç ve uzman yardımında bulunmaya başlamış, sayıları 20 bini bulan oranda asker gizlice Kıbrıs’a gönderilmiştir.[3] Bir yandan iç politikada Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması isteklerinin kamuoyu önünde siyasi partilere yüklediği sorumluluk, diğer yandan, Türkiye’nin Yunan kamuoyunun isteklerinin gerçekleşmesi önünde oluşturduğu engel, Yunan hükümetlerinin rasyonel davranmalarını güçleştirmiştir. İç çekişmelerin ötesinde, siyasi partiler, silahlı kuvvetler, kilise ve üniversitelerin Kıbrıs konusundaki duyarlılığı ve görüş birlikteliği, giderek, hükümetlerin Türkiye engelini iç politikada daha fazla gündeme getirmelerine ve Türkiye karşıtı ulusçu duyguların güçlenmesine yol açmıştır. Bir anlamda, hiçbir paylaşıma gitmeden ve adada yaşayan Türk toplumuna azınlık hakları dışında hiçbir eşitlikçi hak tanımadan gerçekleştirilecek Enosis’i; gerek diplomatik görüşmeler gerekse sıcak çatışmalarla elde edilememesinin Yunan kamuoyunda yarattığı düş kırıklığı, yönetime karşı güveni sarsan bir konu olmuş, iktidar/muhalefet ayrımı içerisinde hükümetin başarısızlığı Türkiye faktörü ile giderilmeye çalışılmıştır.

Diğer yandan, Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan uyuşmazlık ve karşılıklı güvensizliğin yöneticilere iç politikada karşılaşmış oldukları sorunları gündemden uzaklaştırma ve kamuoyunda yönetime karşı oluşan tepkileri azaltma olanağı verdiği söylenebilir. Bu bakımdan 1967 Nisan ayında Yunanistan’da gerçekleştirilen askeri darbe sonrasında iktidara el koyan yöneticilerin Türk-Yunan ilişkilerine ve bu arada Kıbrıs sorununa yaklaşımları ilginçtir. Askeri yönetimin iç ve dış politika çıkarları bakımından başarılı sonuçlar elde edebilmesi için ilgilendiği konuların başında Yunan kamuoyunun hemen tümünün ortak ilgisini üzerinde toplayan ve sivil iktidarların bir türlü ilerleme kaydedemediği Enosis konusunda ciddi adımlar atmak gelmiştir. Cunta aleyhinde oluşan kamuoyu tepkisi, bir bakıma, Enosis yolunda atılacak adımlara bağlı olarak değerlendirilmiştir. Ancak, cuntanın Kıbrıs konusunu iç politikada karşılaşmış olduğu kamuoyu tepkisini giderme amacıyla ele alışı, ortaya çıkan gelişmeler sonucunda cuntanın bu kararında isabetli davranmadığını göstermiş ve cunta aleyhine görüşlerin daha güçlenmesine yol açmıştır.

Yunan askeri cuntası, başlangıçta Enosis’e ulaşmak için Türkiye ile diplomatik görüşmelere gidilmesi yolunu denemiş ve bu amaçla 9-10 Eylül 1967 tarihinde Türk-Yunan temsilcileri Trakya sınırında biraraya gelerek görüşmelerde bulunmuşlardır. Ancak, bu görüşmelerde Türk tarafının Enosis fikrine mutlak karşıt olması bu yöndeki çabaları sonuçsuz bıraktığı gibi, görüşmeler Yunan kamuoyunda askeri cuntanın başarısızlığı, yenilgisi olarak değerlendirilmiştir. İzleyen dönemde, Kıbrıs’ta Türk toplumuna yönelik şiddet hareketlerinin -cunta desteğini arkasına alan Grivas tarafından- başlatılması ile askeri cuntanın Enosis’i gerçekleştirmek ve Yunan/Kıbrıs Rum kamuoyunda yerini sağlamlaştırmak isteği büyük yara almıştır. Gerçekten de 1967 bunalımı ile birlikte, Yunan askeri cuntası ile Kıbrıs Rum liderliği arasındaki yakınlaşmanın giderek daha da bozulduğu ve cunta saygınlığını yitirirken Makarios’un saygınlığının artmaya başladığı gözlenmiştir.

Diğer yandan, 1967 Kasımında ortaya çıkan Kıbrıs bunalımı sırasında askeri cuntanın sebep olduğu gerginliği gidermek amacıyla geri adım atması ve Türkiye’nin ileri sürmüş olduğu şartları kabullenmesi, ilerleyen dönemlerde Yunan iç politikasında askeri cunta liderlerine yönelik suçlamalara konu edilmiştir. Özellikle bunalımın atlatılması için askeri cuntanın Yunanistan’daki sivil iktidarlar/G. Papandreu döneminde gizlice Kıbrıs’a yerleştirilmiş bulunan Yunan askerlerini 6 hafta içinde geri çekmeyi kabullenmesi cuntanın Yunan ulusal çıkarlarına ihanet ettiği suçlamalarına yol açmıştır. Yunan kamuoyunda askeri cuntaya karşı yürütülen propaganda sırasında cuntanın ulusal çıkarlara ihanet ettiği ve Türkiye karşısında Kıbrıs konusunda sivil iktidarların kabullenemeyeceği ödünlerin verildiği ileri sürülmüştür.

1974 Sonrası Dönem 

Yunan iç politikası açısından Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan gerginliğin ve karşılıklı güvensizliğin söz konusu edildiği bir başka dönem ise 1974 Kıbrıs  bunalımı ile ortaya çıkmıştır. Askeri cuntanın Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmasına yol açan darbe girişiminde bulunmasının ardından yaşanan olaylar Yunan iç politikasında köklü değişikliklere yol açmıştır. Türkiye’nin garantörlük sıfatına dayanarak bir dizi garantörler arası görüşmeden sonra Kıbrıs’taki Türk toplumunun hak ve statülerini korumak amacıyla askeri müdahalede bulunması dolaylı olarak Yunanistan’da askeri cuntanın iktidarı terk etmesine yol açarken Yunan ulusal dayanışmasının yeniden oluşturulması çabalarında sivil iktidarı ele alan yöneticilere büyük bir olanak sağlamıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında bir Türk-Yunan savaşı olasılığının gündemde olması, Yunanistan’da askeri cuntanın iktidardan uzaklaşması ile hükümete gelen Karamanlis’e cuntadan sivil yönetime geçişin sarsıntısız olmasını, iç çatışmaları önleme olanağını vermiştir. Türkiye ile bir savaş olasılığı, sıklıkla vurgulanarak ulusal dayanışma korunmak istenmiştir.

Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesini izleyen günlerde Yunanistan’da iktidarın Karamanlis’in liderliğinde sivillerin eline geçmiş olmasına karşın, tam anlamıyla bir yönetimsel karmaşa yaşanmıştır. Sivil idarenin ordu üzerindeki denetiminin ne ölçüde sağlanabildiği konusunda derin kuşkular bulunmuştur. Diğer yandan, sivil iktidar, silahlı kuvvetler ve halk birbirine ne ölçüde güvenebileceğini uzun süre kestirememiştir. Bir yandan cunta dönemindeki baskı ve şiddetin ortaya çıkarmış olduğu ordu/cunta karşıtı duygular, diğer yandan cuntanın sebep olduğu Kıbrıs bunalımından doğabilecek olan bir Türk-Yunan savaşı riski, tüm Yunanistan’da şaşkınlık ve endişe dolu bir süreç ortaya çıkarmıştır.

Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesine olanak verdiği için suçlanan askeri cunta sonrasında iktidara gelen Karamanlis, böylesi bir ortam içerisinde, Yunanistan’da sivil yöneticiler, siyasi partiler, ordu ve halk arasındaki karşıtlıkları ortadan kaldırmak yönünde çaba gösterirken, Türkiye ve Yunanistan arasında bir savaş çıkabileceği olasılığını iç politikada sürekli gündemde tutmuştur.

Bu açıdan bakıldığında, Kıbrıs olayları ve Türkiye’nin askeri müdahalede bulunmasının, Yunanistan’da Karamanlis yönetimine cunta döneminde sarsılan ulusal dayanışmayı yeniden kurma olanağı tanıdığı söylenebilir. Gerçekten de, Türkiye’nin başlangıçtan beri iki aşamalı olarak düşündüğü Kıbrıs’a müdahalesinin ikinci aşamasının Karamanlis’in iktidara geçmesinden sonra, sivil liderlerle yürütülen diplomatik görüşmelerin başarısız kalması sonucunda gerçekleşmiş olması, bir Türk-Yunan savaşı riskinin daha fazla olduğu kanısını uyandırmış, Karamanlis’in bu olasılığı iç politikada gündemde tutarak dayanışmayı sağlamasına olanak vermiştir.

Türk-Yunan ilişkilerinin gerginliğini koruması ve barışçıl görüşmelere rağmen sorunlara her iki tarafı da memnun edecek bir çözümün bulunamaması, Yunan dış politikasında önemli değişikliklere yol açmıştır. Öncelikle, ABD ve NATO’nun Türk-Yunan uzlaşmazlığında Türkiye’ye karşı ılımlı davrandığı ve Kıbrıs olayları sırasında Türkiye’yi engellemediğine olan inançla, Karamanlis yönetimi, ulusal kamuoyunda yoğunlaşan ABD ve NATO karşıtı tepkileri dikkate alarak, Yunanistan’ın NATO askeri kanadından ayrılmasına karar vermiştir. Ancak, Karamanlis’in bu kararı Yunanistan’ın Batı sisteminden kopması şeklinde yorumlanmamış, aksine, Karamanlis, Yunanistan’ın Avrupa’ya, Batı’ya ait olduğu inancını kamuoyuna benimsetmeye özel önem vermiştir. Dolayısıyla, Avrupa Konseyi ve AET çerçevesinde kurulacak ilişkiler, Yunanistan açısından Batı’ya bağlılığın işareti sayılmıştır.

Bir başka açıdan, askeri müdahalenin ikinci aşaması Karamanlis’in yönetime geçmesinden kısa bir süre sonraya rastlarken, Türkiye hakkındaki olumsuz görüşleri artırmıştır. Karamanlis, ikinci müdahalenin kendisini Yunan kamuoyu önünde güç durumda bıraktığını, yeni yönetimin -Kıbrıs Rum toplumunu Türk saldırısı karşısında yalnız bırakmış olduğu için- Yunan kamuoyu önünde saygınlığından kaybettiğini ileri sürmüştür. Bu saygınlık kaybı ise, ancak, Karamanlis’in barışı seçen ve Yunanistan’a demokrasiyi yeniden getiren kişi olarak tanıtılması; Türkiye’nin Kıbrıs ve Yunanistan’a karşı saldırgan ve yayılmacı amaçlar beslediğinin dile getirilmesi ve NATO’dan ayrılmayla dengelenmeye çalışılmıştır.

Yunan kamuoyunun Türkiye karşıtı tepkisi, Karamanlis yönetiminin görüşmeler sırasındaki tutumunu da etkilemiştir. Türk-Yunan savaşı olasılığına karşın Karamanlis yönetiminin  Yunan Silahlı Kuvvetlerinin durumunu göz önünde bulundurarak askeri bir seçeneği kullanılabilir bulmaması, diplomatik girişimlere ağırlık verilmesine yol açmıştır. Diplomatik girişimler sırasında ise, Karamanlis yönetimi, Yunan kamuoyunun aşırı duyarlılığını ileri sürerek kendinden ödün beklenmemesini dile getirmiş, bu durum gerek Kıbrıs sorununa gerekse iki ülkeyi ilgilendiren diğer sorunlara ortak bir çözüm bulunmasını engellemiştir.

Türkiye’nin 20 Temmuz’da başlattığı birinci harekâtın 22 Temmuz’da kabul edilen ateşkesle durmasının ardından, 23 Temmuz’da askeri cunta çökmüş, 24 Temmuz’da Karamanlis Yunanistan’a gelerek Başbakan olmuştur. Ateşkesle birlikte, Yunanistan’da işbaşına gelen Karamanlis yönetimi ve Türkiye arasında diplomatik görüşmelere Cenevre’de başlanmış, ancak 30 Temmuz’da sona eren birinci tur görüşmelerde bir sonuca varılamamıştır. 6 Ağustos’ta başlayan ikinci tur görüşmelerden de bir sonucun elde edilememesi üzerine Türkiye, 14 Ağustos’ta harekâtın ikinci bölümüne başlamıştır.

24 Temmuz ile 14 Ağustos arasında geçen sürede, Yunanistan’da sivil yönetimin, Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunabilmesi için gerekli adımları atabilecek olanak ve yapılaşmadan yoksun olduğu anlaşılmıştır. Gerçekten de, birinci ve ikinci Cenevre görüşmeleri sırasında Yunan temsilcileri ne Türkiye’nin çözüm önerilerini mantıklı ve tutarlı bir şekilde değerlendirebilmişler ne de kendileri böyle bir öneri getirebilmişlerdir. Hatta, Türkiye tarafından son bir çözüm umudu olarak önerilen kantonal formül bile dikkate alınmamış, daha sonra Karamanlis’in açıkladığı gibi Türkiye’nin bu önerisi kendisine iletilmemiştir bile.[4]

Bir başka açıdan, Türkiye’nin kararlılığı ve uluslararası koşullar, Karamanlis yönetimi tarafından sağduyu ile ele alınamamıştır. Kıbrıs’ta ateşkes sağlanmış, Türkiye ile diplomatik görüşme süreci açılmış, gerek Makarios gerekse Sampson işbaşından uzaklaştırılmış ve yerine Klerides getirilmiş, ancak, Karamanlis yönetimi bu ortamda, yeniden uluslararası kamuoyunda artmaya başlayan Yunan sempatisinden yararlanarak Türkiye’ye baskı uygulanmasına çalışmış ve baskılar sonucunda Türkiye’nin daha fazla ileri gidemeyeceğini ve Yunanistan’ın görüşlerinin kabul edileceğini sanmıştır.

Türkiye’nin ikinci harekata başvurmak zorunda kalması, Karamanlis yönetimini bir bakıma zor durumda bırakırken, Yunan iç politikasında gerekli olan ulusal dayanışma ve birlikteliği sağlaması bakımından olumlu bir rol oynamıştır. Gerçi askeri cunta dönemi yöneticilerin silahlı kuvvetlerdeki görevlerine devam etmeleri yeni yönetimi tedirgin etmiş ve davranışlarını sınırlandırmıştır; ancak, cunta karşıtı kamuoyunun yoğun tepkisi sivil yönetime belirgin bir serbesti tanımıştır.

Bu ortam içerisinde, yeni Yunan yönetimi, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri bozan konularda ve gündemdeki en önemli sorun olan Kıbrıs sorununda cesaretli kararlar alamamış, sorunlara bir çözüm yolu bulunmasını sağlamaktan çok, demokrasiye yeniden geçişin sarsıntısız olmasına çalışmış, Yunan ulusal dayanışmasını sağlama çabası içine girmiştir.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin 1974 Kıbrıs olayları sonrasındaki yönelimine bağlı olarak, Yunan iç politikasında Türkiye’ye daha fazla yer verilmeye başlanmıştır. Özellikle, Ege Denizi kıta sahanlığı konusundaki gelişmelerin iki ülke arasındaki gerginliği tırmandırması, Yunan dış politikasının hareket sahasını kısıtlamıştır. NATO’nun askeri kanadından ayrılmış olduğu için silahlı kuvvetlerin gereksinimlerinin giderek daha fazla oranda Yunan ekonomisi üzerinde ağır bir yük oluşturmaya başlamasının yanı sıra, ulusal güvenlik açısından Türkiye’nin Yunanistan’a yönelik bir tehdit kaynağı oluşturduğuna olan inanç Yunan Silahlı Kuvvetlerinin yeni bir yapılanmaya kavuşturulmasını gerektirmiştir. 1980’li yılların başına kadar Yunanistan, Türkiye ile ikili ilişkilerinde daha çok diplomatik baskı arayışları içerisinde bulunurken, izlenen bu yaklaşım, Yunanistan’da  Papandreu liderliğindeki PASOK tarafından eleştirilmiş, Türkiye’ye karşı daha sert bir politikanın izlenmesi gerektiği iddia edilmiştir. Bu durum öyle bir hal almıştır ki, 1976 Ağustos ayında Türkiye HORA araştırma gemisini Ege Denizi’nde araştırma yapmakla görevlendirdiğinde, Papandreu, Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı sert önlemler almasını, HORA’nın batırılmasını önermiştir.

1974-80 süreci içerisinde Yunanistan’da birbiri ardına iktidara gelen muhafazakar hükümetler, Yunanistan’ın Türkiye ile doğrudan bir savaşın eşiğine gelmesinden özenle kaçınmış ve Türkiye ile olan sorunlar bu ülke üzerinde oluşturulan uluslararası baskıların eşliğinde çözümlenmeye çalışılmıştır. ABD’nin Türkiye’ye uygulamakta olduğu silah ambargosunun Kıbrıs sorununda sağlanacak gelişmelere bağlanmış olması, Avrupa Konseyi, NATO siyasi kanadı çerçevesinde Türkiye’ye uygulanan baskılar bu bağlamda sıralanabilir. Bu dönemde Türkiye’nin ekonomik bakımdan içinde bulunduğu bunalım ve dış yardım, kredi gereksinimi içerisinde olması, uygulanacak baskıları daha da artırmıştır

Diğer yandan, demokratik rejimin yerleşmesine koşut olarak, Yunanistan’ın Batı’ya, Avrupa’ya olan bağlılığı daha da artırılmaya başlanmış, Yunanistan’ın Avrupa Konseyi, AET ile olan ilişkileri yeni bir çizgiye oturtulmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda, Karamanlis’in ABD karşısında daha bağımsız, ancak Avrupa ile ilişkileri sağlam temellere oturtulmuş bir Yunanistan kurmak arzusu, giderek Yunanistan’ın askeri açıdan da Avrupa ile olan bağlarını kuvvetlendirmesini zorunlu kılmıştır. Sonunda, Yunanistan’ın NATO askeri kanadından çıkmasının yarardan çok zararlı sonuçlar doğurmaya başladığı görülmeye başlanmış ve 1977 yılından itibaren Yunanistan, NATO askeri kanadına geri dönüş yollarını aramaya başlamıştır. Gerek Yunanistan’ın AET’e tam üye olma isteğine diğer üye ülkelerin Türkiye ile olan ikili sorunlarını çözümleme şartı getirmiş olması, gerekse NATO askeri kanadına dönüş için Türkiye’nin vetosunun giderilmesi gereği, Yunanistan’ın dış politikasında Türkiye ile olan ilişkilere belirgin bir öncelik kazandırmıştır.

Bir başka açıdan, 1980’li yıllara değin gerek Karamanlis ve sonra gelen Rallis döneminde izlenen politikalar daha sonra 1981 yılında iktidara gelen Papandreu liderliğindeki PASOK’a avantaj sağlamıştır.

1980 Sonrası Dönem

Karamanlis ve Rallis hükümetleri gibi, PASOK’un da Türkiye’yi Yunanistan’ın egemenlik hakları ve toprak bütünlüğü açısından potansiyel bir tehlike ve tehdit kaynağı olarak gördüğü söylenebilir. Bununla birlikte, PASOK hükümetleri, kendinden önceki muhafazakar hükümetlerden uygulanacak dış politika ilke ve yöntemleri açısından farklı olduğu iddiasını taşımıştır. Gerçekten de, 1974-1981 sürecinde Yunan kamuoyunun ulusçu yaklaşımlarını, beklentilerini dile getiren radikal politikalar izlenmesi gereği üzerinde durulmuş, özellikle Türkiye ile ilişkiler açısından muhafazakar hükümetlerin Türkiye ile ikili görüşmelerde bulunmaları, Yunanistan’ın egemenlik hakları ve toprak bütünlüğünün pazarlık konusu yapıldığı suçlamalarına neden olmuş ve eleştirilmiştir. Bu durum, Yunanistan’da diğer etkenlerle birlikte, PASOK’un seçimlerde oy oranının artmasına katkıda bulunmuş, ABD ve NATO’nun Türkiye’yi stratejik konumu nedeniyle Yunanistan’a karşı eylemlerinde tercih ettiği, desteklediği kanısı ile birlikte, bunlara karşı duyulan tepki, belirgin oranda Türk karşıtlığını da içermiştir.

Ancak seçimler sırasında dile getirilen Batı karşıtı, en azından Batıya fazla bağlı olmayan, çok yönlü, kişilikli bir dış politika izleneceği ve ekonomik kalkınmaya ağırlık verileceği görüşünün tam olarak gerçekleştirilmesi sırasında Türkiye ile olan ilişkilerin belirleyici rol oynadığı görülmüş ve seçimler sırasında dile getirilen ideolojik yaklaşımlar, yerini daha gerçekçi politikalara bırakmıştır. 1981-1987 arası dönem bu bakımdan Türkiye ile olan ilişkilerin Yunan iç ve dış politikasında sürekli vurgulandığı bir dönem olmuştur.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar, PASOK hükümetinin ilk dönemlerinde PASOK’un genel dış politikası çerçevesinde değerlendirilmiş ve bu durum iç politikada kamuoyunun ulusçu duygularını okşadığı ve beklentilerine uygun düştüğü için uzun süre sürdürülmüştür. Türkiye’nin iki ülke arasındaki sorunlara ilişkin hemen her açıklaması, bu dönemde Papandreu’nun katı pragmatik yaklaşımı ile değerlendirilmiştir. “Türk tehditi” iddiaları, Türkiye’nin Yunanistan’a karşı saldırgan ve yayılmacı emeller beslediği iddiaları, Yunan kamuoyu önünde sıklıkla vurgulanmış, Türkiye ve Yunanistan arasında, Yunan egemenlik haklarını ilgilendiren hiç bir konuda görüşmelerin yapılamayacağı dile getirilirken iki ülke arasında uyuşmazlık yaratan konuların görüşmeler yoluyla değil, ancak Uluslararası Adalet Divanı’na gidilerek çözümlenebileceği iddia edilmiştir.

Papandreu’nun bu yaklaşımı, iki ülke arasındaki sorunların çözümlenmesini güçleştirmekle kalmamış, aynı zamanda güvensizlikleri daha da artırmıştır. 1983 yılına kadar Türkiye’de askeri yönetimin iktidarı elinde tutmakta oluşu ve bunun Türk dış politikası üzerindeki olumsuz etkilerinden yararlanarak Papandreu liderliğindeki PASOK hükümeti, Türkiye’ye baskı uygulamaya çalışmıştır. Özellikle, Yunanistan’ın NATO askeri kanadına dönüşünde olduğu gibi, ABD ve NATO üyesi ülkelerin Türkiye üzerinde uygulayacakları baskı ve telkinlerin iki ülke arasındaki uyuşmazlıkların Yunanistan’ın istediği şekilde çözümlenmesine yarayacağı düşünülmüştür.

Oysa beklenenin tam tersi olmuştur; PASOK’un izlemeye çalıştığı pragmatik yöntemler, Türkiye’de Yunanistan’ın gerginliği artırmak isteyen taraf olduğu kanısını  pekiştirmiş, uyuşmazlığın sürmesinden kişisel olarak Papandreu’nun sorumlu olduğu görülmeye başlanmıştır.

1981-1987 arası dönede PASOK hükümetinin izlemiş olduğu dış politikanın sonucu olarak, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler 1984 ve 1987 yılında olmak üzere iki kez ciddi olarak savaşın eşiğine kadar gelmiştir. Gerek 1984 yılındaki Yunan savaş gemisine ateş açıldığı suçlaması sırasında, gerekse 1987 yılındaki kıta sahanlığı bunalımı sırasında, iki ülke arasındaki gerginlik, ittifak üyesi ülkelerin yoğun çabaları sonucunda giderilebilmiştir. Bu iki olayda da Papandreu liderliğindeki PASOK hükümetinin tutarsız ve çelişkili bir politika izleyerek Yunanistan’ı istenmeyen bir savaşa sürükleyebileceği suçlamaları yapılmış ve PASOK hükümeti, muhalefet partileri tarafından sorumsuzlukla suçlanmıştır.

Her iki olayda da hükümet, olayları bütün yönleriyle değerlendirmek ve kararını elde ettiği bilgiler altında saptamak yerine, kamuoyunda ani dalgalanmalara neden olan duygusal davranışlar sergilemiştir. Bu durum, PASOK hükümetinin ve kişisel olarak da Papandreu’nun inandırıcılığını sarsmıştır.

PASOK ve kişisel olarak da, Papandreu’nun inandırıcılığının giderek azalmasına yol açan bir nokta olarak Yunanistan’ın sürekli olarak Türkiye tarafından tehdit edilmekte olduğunu, ulusal egemenliği ve toprak bütünlüğünün Türkiye’nin tehditi altında olduğunu iddia etmesine karşın Türkiye sıklıkla, Yunanistan da dahil olmak üzere, hiç bir komşusundan herhangi bir toprak isteminde bulunmadığını açıklamış olmasıdır. Dolayısıyla, tehdit kaynağı olarak gösterilen Türkiye’nin ısrarla iki ülke arasında diyalog kurulmasından söz etmesi ve Yunanistan’dan herhangi bir toprak isteminde bulunmadığını açıklamış olması, PASOK hükümetine yönelik eleştirilerin artmasına neden olurken Türkiye ile ciddi olarak diyaloga gidilmesi gerektiğini vurgulanmıştır.

1981 yılında iktidara geçen Papandreu liderliğindeki PASOK’un uygulamaya çalıştığı dış politikada Türkiye ögesine geniş yer vermesinde Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin bu konudaki duyarlılığının da etkin olduğu söylenebilir.

1974 Kıbrıs olayları sırasında Türkiye’nin askeri müdahalede bulunmasını önleyecek girişimleri yapamamış olmanın verdiği duygusallıkla Yunan Ordusu, sürekli bir tehdit kaynağı olarak gördüğü Türkiye karşısında hem moral hem de donanım bakımından hazırlıklı olmak istemekte ve bu nedenle siyasi iktidarın savunma gereksinimlerini dikkate almasını istemektedir. PASOK hükümeti ve ordu arasındaki ilişkiler büyük ölçüde bu çerçeve içerisinde yapılanmıştır. PASOK’un ülkedeki ABD askeri üslerini kapatma eğiliminde olması, NATO’ya üyeliğe tepki göstermesi, askeri liderlerin PASOK hükümetine bakışlarında kuşku yaratmıştır. Türkiye ile olan ilişkilerin iki ülke arasında bir savaş riskinin her zaman göz önünde bulundurulmasını gerektirmesi ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki askeri güç dengesinin sağlanması için gereken askeri yardım ve modernizasyon, ulusal savunma sanayinin kurulması zorunluluğu, ordu-siyasi iktidar arasındaki güven ve işbirliğini duyarlı hale getirmiştir.

Bu bağlamda, ordu-siyasi iktidar arasındaki güven ve dayanışma bakımından Türkiye ile olan ilişkilerdeki gerginlik, birleştirici rol oynamıştır. Örneğin, Papandreu, Türkiye ile ilişkilerin gerginleştiği sıralarda, adalara ziyaret düzenlemiş, ulusal günlerde ordu mensuplarına ulusçu duyguları ayakta tutan ve moral veren konuşmalar yapmıştır.

Yunanistan’ın Türkiye’den kaynaklanan güvenlik kaygıları taşıdığı ve bu kaygıların azaltılması için de iki ülke arasındaki güç dengesinin sağlanması gerektiğini vurgulayan Papandreu; “Silahlı Kuvvetler Günü nedeniyle yayınladığı mesajda ‘zor zamanda yaşıyoruz. Aleyhimize isteklerde bulunuluyor ve Helenizmin bir parçası yabancı işgal kuvvetleri altında inliyor,” demiştir. [5]

Bir süre sonra ise, “Yunanistan Başbakanı A. Papandreu, Agripnos Fruros tatbikatının son safhasını  izledikten sonra verdiği demeçte, ‘Kıbrıs’da yabancı askerlerin işgali 9 yıldır sürüyor. Moratoryum sağlamakta başarılı olunmasına ve Türkiye ile bu mütarekemize rağmen sınırlarımız ve egemenliğimizle ilgili temel sorunlarımız devam ediyor. Türkiye’nin yayılmacılık eğilimi nedeniyle tehlike ile karşı karşıya bulunuyoruz,” demiştir.[6]

PASOK’un iktidara gelişinin ikinci yıl kutlamaları sırasında yaptığı konuşmada da Papandreu; “… ilk işimiz Silahlı Kuvvetlerimizin gücünü artırmak ve ülkenin güvenlik ihtiyaçlarının gerektirdiği şekilde doğru olarak yerleştirmektir. Türklerle Yunanlılar yıllarca huzur içinde yaşamışlardır. Bugün de aynı şeyi yapabileceklerdir, demiştir.”[7]

“Larissa’da 600 subaya hitaben yaptığı konuşmada Papandreou, ‘Yunanistan’ın kara bölümüyle adalarının savunmasından sadece ve sadece Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin sorumlu olduğunu’…  Limni Adası’nın dahil edilmemesi halinde, NATO tatbikatları yapılmasının anlaşılır bir şey olmadığını belirten Papandreou, Yunanistan’ın bir bölümünün savunmasının ve buna benzer haklarının Türkiye’ye verilmesinin, Yunanistan’ın temel egemenlik haklarının hiçe sayılması anlamına geleceğini,” vurgulamıştır. [8]

Türkiye’nin tehditleri karşısında, ülkesinin modern silahlara gereksinim duyduğunu açıklayan Papandreu, silahlı kuvvetlere modern silahlar sağlamanın Yunan devletinin görevi olduğunu ve bu görevin yerine getirileceğini belirtmiştir. Selanik’te yapmış olduğu konuşma sırasında da Papandreu, “… Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin dikkatinin kuzeye değil, tehlike ve tehditin geldiği doğuya -Türkiye’ye- yönelik olduğunu” söylemiş; “bağımsızlık ve toprak bütünlüğü olmadan barış olmaz,” demiştir.[9] Yaptığı bir başka açıklamada ise Papandreu, “Ege’de mevcut tehditler, Kıbrıs sorunu ve aynı zamanda müttefiklerimizin Türk taleplerine set çekmeye niyetli görünmemesi hükümetimizi, Silahlı Kuvvetlerini barışı kabul ettirmeye muktedir hale getirmek mecburiyetinde bırakmaktadır,” demiştir.[10]

1984 yılı sonlarına doğru, Yunanistan’da, Silahlı Kuvvetlerde hem üst düzey kadro değişikliğine gidileceği  hem de doktriner bazı değişiklikler yapılacağı haberleri gündeme gelmiş ve hazırlanan Yeni Savunma Doktrini çerçevesinde Yunanistan’ın, “tehlike kuzeyden var” dogmasına dayalı olan savunma sistemlerini “Yunanistan’ın doğudan tehdit edilmekte olduğu” dogmasına göre düzenleyeceği belirtilmiştir.[11]

Yunanistan’ın uygulamakta olduğu savunma politikasının; NATO planları çerçevesinde, Varşova Paktı’ndan gelebilecek bir saldırıya göre düzenlenmiş olmasına karşın uygulamada, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin bir savaş riskini taşıması dikkate alınarak 1974 yılından beri, zaten Yunanistan’daki hükümetler, ulusal silahlı kuvvetleri bir Türk-Yunan savaşı olasılığına göre yeniden konuşlandırmışlardır. Dolayısıyla, 1985 yılı başlarından itibaren yürürlüğe konulması kararlaştırılan Yeni Savunma Doktrini’nin askeri bir değişiklik getirmekten çok siyasi nitelikte bir karar olduğu düşünülmüştür.

Gerçekten de, Papandreu liderliğindeki PASOK hükümetinin bu yöndeki çabalarını açıklaması ile birlikte, gerek basın ve muhalefet partileri gerekse diplomatik/askeri çevreler, 1974’den beri Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin aşamalı olarak Türkiye ile bir savaş olasılığına göre konuşlandırıldığını belirtmiş; uygulanmak istenen planları daha çok siyasi nitelikte olarak görmüşlerdir. Bir çok gözlemci, Papandreu’nun,  Yunan dış politikasının öncelikleri arasında gördüğü Kıbrıs sorununa BM Genel Sekreteri’nin gözlemciliği altında, görüşmeler yoluyla çözüm bulunması çabalarının önemli ilerlemeler kaydettiği ve Yunan iç politikasında da yakın tarihli bir seçimin gündemde olduğu sırada, PASOK hükümetinin Türkiye’yi hedef aldığını açıklamaktan çekinmediği bir askeri doktrin değişikliğini gündeme getirmesini kuşku ile karşılamıştır.

Basındaki haberlerde, olayın içsel boyutlarına da değinilmiştir. “Papandreu tarafından açıklanan Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden konumlandırılması çoktan gerçekleştiği için, bu yeni doktrin aslında fazla bir şey değiştirmeyecek; Ada’nın bölünmesiyle sonuçlanan 1974 yılındaki Kıbrıs buhranından bu yana tüm Yunan birliklerinin yarısından fazlası gerçekten de ezeli düşman ve NATO ortağı Türkiye’yi göz önüne alarak konumlandırılmıştı. Papandreu’nun şimdi, diğer NATO ortakları için de dezavantajlı olacak şekilde Türkiye aleyhtarı telden çalması ve ulusçu hislere hitap etmesi iç politik durumla ilgili; 1985’te ülkede genel seçimler yapılıyor. NATO’dan ayrılmak, Ortak Pazar içinde özel statü elde etmek, ülkedeki ABD üslerini kapatmak gibi pek çok şey vaadeden ancak bu sözlerinin çok azını tutan sosyalist Papandreou, Türk tehlikesini abartmakta, dikkatleri başka alanlara kaydırmak için yeni düşman tabloları yaratmakta, halkına kendisi olmaksızın Yunanistan’ın düşmanlarının eline geçeceğini telkin etmektedir.”[12]

Yeni Savunma Doktrini tartışmaları yaşanırken, Yunan Silahlı Kuvvetleri’nde üst düzey 28 subayın emekliye ayrılması ve Papandreu’yu destekledikleri öne sürülen kıdemli bazı askerlerin rütbelerinin yükseltilmesi eleştirilere yol açmıştır.

1985 yılı ortalarında yapılan seçimlerde oy kaybına uğramasına karşın PASOK’un parlamento çoğunluğunu sağlayarak hükümeti kurmasıyla başlayan yeni süreç içerisinde, PASOK’un Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin nasıl bir yönelim izleyeceği merak konusu olmuştur.

PASOK hükümetinin bu döneminde daha önce uygulanmaya çalışılan ideolojik yaklaşımlardan pragmatik yaklaşıma doğru bir kayışın olduğu söylenebilir. Özellikle ABD, NATO, AET ile olan ilişkiler çerçevesinde Yunanistan’ın Türkiye ile ilişkilerindeki katı tutumdan vazgeçerek diyaloga ortam hazırlamasını gerektirmiştir. Uluslararası sistem çerçevesinde Türk-Yunan uyuşmazlığının giderilebilmesi için iki ülke arasında bir diyalog ortamının yaratılması gereğinin giderek daha fazla dile getirilmesi, Türkiye’nin uzun süreden beri Yunanistan’la karşılıklı bir diyalog arayışı içerisinde olması, Papandreu liderliğindeki PASOK’u güç durumda bırakmıştır. Üstelik Yunan iç politikasında da iki ülke arasındaki ilişkilerde bir diyalogun gereğinden söz edilmeye başlanmış; Türkiye ile diyalogdan kaçınan taraf olmamak için, Papandreu üzerinde eleştiriler yoğunlaşmıştır. Diğer yandan, Papandreu’nun Türkiye ile bir diyalog ortamı yaratabilmesi için daha önce izlemiş olduğu politikalarda geri adım sayılabilecek bir değişikliğe gitmesi gerekmiş; bu durumun Yunan iç politikasında PASOK’un inandırıcılığını zayıflatacağı düşünülmüştür. Sürekli ve aşikar Türk tehditinden söz ederek Yunanistan’ın ulusal egemenlik haklarını ve toprak bütünlüğünü ilgilendiren hiç bir konuda Türkiye ile görüşme masasına oturmayacağını açıklayan ve iki ülke arasında bir diyalog sürecinin başlatılması için de her şeyden önce, Türkiye’nin Kıbrıs’taki askerlerini geri çekmesi gerektiğini ve Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki hükümranlık haklarını tanıması gerektiği şartını ileri süren PASOK hükümeti, bir anda Türkiye ile bir diyalog içine girme durumuyla karşılaştığında bir ikilem yaşamıştır.

1987 yılında iki ülke arasında Ege Denizi kıta sahanlığı konusunda çıkan bunalım sonrasında ABD, NATO ve AET çerçevesinde yürütülen arabuluculuk çabaları iki ülke arasında bir diyalog kurulmasının yollarını açmıştır. Dolayısıyla, 1987 Mart bunalımı, iki ülke liderleri arasında başlatılacak olan DAVOS zirve görüşmelerinde ulusal kamuoylarının göstereceği tepkileri yumuşatma olanağı vermiş; iki  ülke arasında barış ve diyalogun kurulması konusunda ılımlı bir hava esmeye başlamıştır.

Bir başka açıdan, Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan 1987 bunalımı, Yunanistan’da PASOK hükümetinin dış politikasında stratejik değişikliklerin ulusal kamuoyuna daha kolaylıkla kabul ettirilebilmesine olanak sağlamıştır. Gerek Türkiye ile bir diyalogun başlatılmasına ortam hazırlaması, gerekse ABD ile olan ilişkilerin yeni bir temele oturtularak Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması’nın imzalanmasını ve bu çerçevede; Yunanistan’daki ABD üslerinin kaldırılması isteklerini geçici olarak gündemden kaldırılmasını ulusal kamuoyuna daha kolaylıkla kabul ettirmek mümkün olmuştur.

Bununla birlikte, 1987 bunalımı, Yunan iç politikasında iktidar ile muhalefet partileri arasında suçlamaları kızıştırmıştır. YDP lideri Mitsotakis, Papandreu’yu Türkiye’ye ödün vermekle suçlamış; “Papandreu, söz konusu sondajları yasaklamakla, Türkiye’nin yayılmacılık siyasetini cesaretlendirmiştir,” demiştir. [13]

Buna karşılık; Hükümet Sözcüsü Y. Rombatis; Mitsotakis’e sert bir yanıt vermiş; “… Mitsotakis, Hükümetin son hareketiyle, Yunanistan’ın ulusal egemenlik haklarını koruduğunu ve bölgede bir savaşı ortadan kaldırdığını çok iyi bilmektedir. Ancak bütün bunlara rağmen, başka karar merkezlerinin iddialarını benimsemekte ve Hükümeti ödün vermekle suçlamaktadır. Sayın Mitsotakis, Dışişleri Bakanlığı’nı da yalancılıkla suçlamaktadır… Mitsotakis’in sözleri, kendisinin yalan söylediğini, kendisinin gerginlik yaratmak isteyen olduğunu ve bu son gerilimde çıkarları zedelenen yabancı merkezlerin yararına çalıştığını göstermektedir… Bern Tutanağı uyarınca, biz karasularımız dışında petrol aramaya kalkıştığımızda, karşı taraf her zaman tepki göstermiştir. Biz burada Bern Tutanağı’nın başka bir dönemde ve görüşmelerin yapıldığı bir anda başka koşullarda imzalandığını savunarak, bunun geçersiz olduğu şeklindeki görüşlerimizi bir kez daha tekrarlıyoruz… Muhalefetin ulusal sorunlarımızı bu kadar sorumsuzlukla karşılaması ülkemiz için gerçekten çok tehlikelidir.” [14]

Diğer yandan; uluslararası basında yer alan yazılarda Papandreu’nun izlediği yaklaşımdaki asıl amacın iç politikaya yönelik olduğu dile getirilmiştir. “… Papandreou ne yapmak istiyordu?.. (Papandreou) etkin Yunan göçmen toplumu içinde ve solcularla beraber Türkiye aleyhtarı hisleri körüklemektedir. Partisinin belediye seçimlerinde uğradığı büyük yenilgiden sonra, dikkatleri, baş aşağı giden Yunan ekonomisinden ve en son olarak ortaya attığı Ortodoks Kilisesi arazilerinin istimlak edilmesi şeklindeki çirkin planından uzaklaştırmaya ihtiyacı vardır. ABD’de Türkiye’ye yapılan güvenlik yardımı oranının görüşüldüğü ve Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik imkanlarının resmen araştırıldığı bu aşamada ‘Türk tehditi’nden bahsetmek çok işine gelmektedir.” [15]

DAVOS süreci çerçevesinde; Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde başlayan yakınlaşma, Yunan iç politikasında PASOK hükümetine yönelik eleştirilere hız kazandırmıştır. Kısa bir süre öncesine kadar Türkiye ile diyalogu vatan hainliğiyle eş tutan Papandreu’nun böylesi bir ani dönüşle Türkiye ile diyalog sürecine girmesi, hükümete karşı kuşku doğurmuştur.

“… Başbakan Papandreou, uzun süren soğuk savaştan sonra, yeni Türkiye felsefesini ve barışçı rolünü, seçim kampanyası malzemesi yapabileceğine inanmıştı. Daha önceki konuşmalarında ve seçim kampanyalarında, Türkiye’ye karşı güvensizlik ve Türk saldırı korkusu tohumları ekmekle, şimdi uyguladığı yumuşama politikasına halkın gösterdiği reaksiyonu yanlış değerlendirmiş olduğu anlaşılıyor. Kamuoyu araştırmaları, Papandreou ve partisinin Davos’tan bu yana itibarını yitirdiğini gösteriyor. Türk-Yunan diyaloguna karşı çıkan aşırılar, halen Atina sokaklarında bildiri dağıtıyorlar. Bu bildirilerde, ‘Faşist Özal’ın Yunan topraklarına ayak basmaması’ isteniyor… Bu terör eylemlerinin ardında yalnızca küçük bir azınlık bulunuyor. Ama Yunanlıların yüzde 30’u Özal’ın beklenen ziyaretini bir provokasyon olarak görüyor. Papandreu’nun partisi içinde dahi bazı kişiler, ‘Davos ruhuna’ karşı çıkma cesaretini gösterebiliyorlar. PASOK Partisi’ne mensup milletvekilleri, Türkiye aleyhtarı gösterilere katılıyorlar. Yunanistan’ın Kıbrıs’daki Büyükelçisi, hükümet politikasını açıkça eleştirdi… Muhalefet de şimdi, Doğudaki komşuya duyulan yaygın güvensizlikten yararlanmaya çalışıyor. Moskova yanlısı komünistlerden, muhafazakar Yeni Demokrasi Partisi’ne kadar tüm partiler, gerginliğin giderilmesine karşı olanları kazanmaya çalışıyor. Davos öncesi ön şartsız olarak görüşmelerden yana çıkan muhafazakarlar, Türkiye ile diyalogda Kıbrıs ve kıta sahanlığı gibi anlaşmazlık konularının ele alınmasını talep ediyorlar.

…Yunan basını da milliyetçi karakterli Helenlerin beklentilerini abartmakla geri kalanının tamamlıyor… Halkın aşırı beklentilerini dikkate alan Papandreou, güç bir denge kurmak zorunda. Suçlamalar, teskin etmeler ve uyarılarla Helenleri yola getirmeye çalışıyor. Yeni politikasını demokratik kurumlarda sistemli bir biçimde önceden hazırlayamamış olmasının acısını çekiyor. Papandreou, eski politikası ile yeni politikası arasındaki derin uçurumu hala giderebilmiş değil. Geçmiş yıllarda yanlış politika izlediğini itiraf etmiş olmamak için, Türkiye ile Yunanistan’ın barış içinde yan yana yaşamaları yolunda etkili olmada ağırlığını her tür türlü rizikosu ile terazinin kefesine koymaktan çekiniyor. Atina’daki kötümserler, Papandreu’nun arkada bir açık kapı bırakması nedeniyle, sonunda eskiye dönme mecburiyetinde kalacağını ihtimal dışı bırakmıyorlar.”[16]

Diğer yandan, Özal’ın Atina’ya yapacağı ziyaret sırasında yapılacak görüşmelerin iki ülke arasındaki sorunlara somut çözümler getirmesinin henüz beklenmemesi gerektiği; yapılacak görüşmelerin iki ülke arasındaki diyalog sürecini güçlendirmek ve karşılıklı güvensizliği azaltmak amacına yönelik olduğu ileri sürülmüştür. Gerçekten de Özal, Atina’ya gelmeden önce yapmış olduğu açıklamada bu noktaya dikkatleri çekmiş; Yunanistan’ın bir seçim dönemi içerisine girecek olmasının Papandreu hükümetinin hareket alanını kısıtlayacağını belirtmiştir.

Basın ve kamuoyunun yanı sıra, muhalefet partilerinin yaklaşımları karşısında, Türkiye ve Yunanistan arasında DAVOS ile başlayan diyalog arayışları büyük ölçüde her iki ülke siyasi liderlerinin kişisel prestijlerine bağlı olarak yürütülmüştür. Özellikle Yunanistan açısından, ulusal kamuoyunun beklentilerinin aksine, Yunanistan’ın Türkiye ile bir diyalog süreci içerisine girmesi, hükümetin sert eleştirilerle uğraşmasına yol açmıştır. Ancak, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha fazla sertleşmesini bir ölçüde önleyebilmiş olması ve diyalog arayışlarına gidilebileceğini göstermesi bakımından DAVOS’la başlayan süreç olumlu bir işlev görmüştür.

1990’lı Yıllar

Buna karşın, 1989 seçimleri Türk-Yunan uyuşmazlıklarına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendiren kimi gelişmelere sahne olmuştur. Özellikle, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın yapılacak seçimlere bağımsız bir liste ile katılmaları ve seçim propagandaları sırasında Türk kimliklerini dile getirmeleri, Yunan kamuoyunda Türkiye karşıtı duyguları artırmıştır. Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığının Türkiye tarafından kışkırtıldığı suçlamaları yapılmış; bu arada, seçim kampanyaları  sırasında siyasi partiler, Batı Trakya’nın bölgesel kalkınmasına öncelik verilmesi üzerinde durmuşlardır. Diğer yandan, hemen bütün siyasi partiler, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığının etnik kimliğinin tanınması konusunda duyarlı davranmışlardır.

Bir başka açıdan, Türk-Yunan uyuşmazlığının Yunan dış politikası üzerinde yönlendirici etkisi göz önünde tutularak; PASOK’un ABD ve NATO karşıtı politikalarının, Yunanistan’ın ittifak ilişkilerine ve ulusal savunma politikasına olumsuz etkilerde bulunduğu dile getirilmiş ve özellikle Mitsotakis’in dile getiriş olduğu gibi; Yunanistan’ın, ABD ve NATO ilişkilerinin yeniden güçlendirilmesi gerektiği öne sürülmüştür. Yeni Demokrasi Partisi’nin iktidara gelmesinden sonra ise, Mitsotakis hükümeti, bir yandan  Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların diyalog yoluyla çözümlenmesi gerektiğini açıklamış; diğer yandan da ABD ve NATO ile olan ilişkilerinin canlandırılmasına çalışılmıştır. Nitekim; kısa bir süre sonra Yunanistan ile ABD arasında imzalanan Savunma ve İşbirliği Anlaşması ile Yunanistan’daki Amerikan üslerinin statüsü yeniden belirlenmiştir. Bu anlaşmanın asıl önemli yönü ise, Türkiye ve Yunanistan arasındaki askeri/siyasi dengenin korunmasına ilişkin boyutudur. ABD’nin Yunanistan’a herhangi bir saldırı, savaş tehlikesi karşısında toprak bütünlüğü garantisi verip vermediği konusu Türkiye ve Yunanistan arasında tartışma konusu olmuştur. Diğer yandan, ABD ile imzalanan anlaşmanın Yunanistan’ı daha fazla bağımlı hale getirdiği suçlamalarına karşılık olarak; Mitsotakis, imzalanan anlaşmanın kendisinden önceki hükümetler tarafından, Papandreu hükümetince müzakere edildiği, kendileri iktidara geldiğinde imzaya hazır bulunduğunu açıklamış ve hükümete yöneltilen suçlamaları karşılamaya çalışmıştır.

Gerek ABD-Yunanistan arasında imzalanan Savunma ve İşbirliği Anlaşması, gerekse Yunanistan’ın bu anlaşma hükümlerinden yararlanarak Ege Denizindeki güç dengesini Türkiye karşısında korumaya çalışması çabaları bir süre sonra iki ülke arasındaki diyalogda dalgalanmalara yol açacak gelişmelere neden olmuştur. Anlaşmanın Yunan Parlamentosu’nda görüşülmesi sırasında, iktidar ve muhalefet partileri arasında yapılan tartışmalarda, anlaşmanın; Yunanistan’ın Türkiye’ye ilişkin politikalarında ne türden etkide bulunduğu ele alınmıştır. Dışişleri Bakanı A. Samaras konuya ilişkin olarak yapmış olduğu açıklamada; “…Savunma ve İşbirliği Anlaşması’nın giriş bölümünün son paragrafında yer alan ‘Yunanistan ve ABD hükümetleri, bu anlaşmanın iki ülke anayasalarına, kanunlarına, ortak savunma çıkarlarına, karşılıklı ulusal çıkarlarına ve egemenlik haklarına uygun olduğunu teyid etmektedirler’ ifadesinin Yunanistan’a sağladığı kazancı anlatırken, bu ifadenin Ege’deki Yunan karasularının 12 mile çıkarılabileceği hakkını da kapsadığını” iddia etmiştir. [17]

Ancak, söz konusu anlaşmada yer alan anlaşmanın ilgili tarafların üçüncü ülkelerle olan ilişlilerine zarar vermeyi amaçlamadığı; iki ülkenin barışı tehdit eden davranışlardan kaçınmalarını öngördüğü hükmüne karşın; Yunanistan’ın Ege Denizi’nde ulusal karasuları sınırını 12 mile genişletmesinin, Yunanistan’ın bir egemenlik hakkı olduğu ve bunun Türkiye’ye yönelik bir saldırı sayılamayacağı, Türkiye’nin buna itiraz etmeye hakkı bulunmadığı iddia edilmiştir.

Muhalefet ise, Ege’deki Yunan egemenlik haklarının sadece Türkiye tarafından değil aynı zamanda ABD tarafından da ihlal edilmekte olduğunu ileri ve bu durumun Yunan egemenlik haklarını şüpheli kıldığı görüşünü dile getirmiş; Türkiye’nin 12 millik uygulamayı savaş nedeni olarak kabul ettiğini açıklamış olması karşısında imzalanan anlaşmanın nasıl işleyeceği sorulmuştur.[18]

Türkiye’nin, Yunanistan ve ABD arasında imzalanan anlaşmaya göstermiş olduğu tepki, Yunanistan’ın, Ege Denizi’ndeki ulusal karasuları sınırını 12 mile genişletme isteğini, ABD’nin toprak bütünlüğü garantisi vermesi durumunda yeniden gündeme getirebileceği ve bu yönde bir karar alabileceği olasılığı üzerinde yoğunlaşmış ve Türk liderler; yaptıkları açıklamalarda, Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki Yunan ulusal karasuları sınırını 6 mil olarak kabul ettiğini, dolayısıyla, hava sahasının da 6 mil olduğu görüşünü dile getirmiş, savaş nedeni iddialarını tekrarlamışlardır.

Bu durum iki ülke arasındaki yakınlaşma ve diyalog çabalarını bozmuş ve gerginliği artmıştır. Mitsotakis, yapmış olduğu açıklamada Türkiye’yi kışkırtıcı bir politika izlemekle suçlamış; “Türk hükümetinin son zamanlarda soğukkanlılığını kaybetmesinden ve düşüncesiz tepki göstermesinden üzüntü  duyuyoruz. Yunan hava sahasının toplu bir şekilde bir kaç kez ihlal edilmesi, bunun sanki planlı yapıldığı izlenimini verdi.

Türkiye, son zamanlarda iç politikasında sorunlarla karşılaşıyor. Uluslararası ilişkileri, rahatsız ediciyse bunun nedenlerini izlediği hatalı politikada aramalıdır. Ülkemiz diyalog istiyor. Komşumuz Türkiye’nin Batıya açılmasına karşı çıkmadık ve çıkmıyoruz. Tam aksine bunu olumlu karşılıyor ve destekliyoruz.

Ancak, Türkiye’nin bugünkü dünyada Kıbrıs gibi yabancı bir ülkenin topraklarının bir bölümünü yabancı bir ordunun işgal etmeye devam edemeyeceğini bilmesi gerekir. diyalogun sürdürülebilmesi için Türkiye’nin sorumlu bir politika izlemesini temenni ve ümit ederim” demiştir.[19]

Türkiye ve Yunanistan arasında başlatılmaya çalışılan diyalog, Körfez bunalımı dolayısıyla ortaya çıkan gelişmelere bağlı olarak bir sonuç vermemiştir. 1990 Temmuz sonlarından itibaren Irak ve Kuveyt arasında ortaya çıkan gerginliğin uluslararası dikkatleri üzerine çekmesi, Irak’ın Kuveyt’i işgal ve ilhak etmesi, ardından, Türkiye’nin bölgedeki stratejik önemini tekrar gündeme getirmiştir. Türkiye’nin Batı/Avrupa ve ABD çıkarlarının korunması bakımından bölgede stratejik öneme sahip olması, Türk-Yunan diyalogunun gündemde olduğu bir sırada, Yunanistan’da Mitsotakis hükümetinin seçeneklerini kısıtlamıştır. Bir yandan iki ülke arasında bir diyalog ortamı söz konusu iken bu diyalogdan kaçınan taraf olmama durumu; diğer yandan da diyalogda inisiyatifi Türkiye’ye kaptırma endişesi, Mitsotakis hükümetine zor anlar yaşatmıştır.

ABD ve Yunanistan arasında Savunma ve İşbirliği Anlaşması’nın uzatılmasının üzerinden kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen Yunanistan, Ege Denizi’ndeki askeri/siyasi güç dengesinin yeniden Türkiye lehine bozulmasından endişe duymuştur. Irak’a uygulanacak ambargo kararıyla olduğu kadar askeri müdahalenin bir olasılık olarak gündeme gelmesiyle de Türkiye’ye yapılacak ekonomik ve askeri yardımın artırılması konusu, Ege Denizi’nde Türk-Yunan güç dengesini bozacağı gerekçesiyle Yunanistan’ın tepkisini çekmiştir.[20]

Türkiye’nin uluslararası gündemde stratejik konumu nedeniyle büyük bir önem kazanmasının ardından Yunanistan’da Mitsotakis hükümeti, Türkiye’ye karşı izleyeceği politikada daha duyarlı davranmak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin uluslararası önemini bir pazarlık unsuru olarak değerlendirip bunu Türk-Yunan uyuşmazlıklarının çözümünde bir baskı arayışına dönüştürebileceği kaygısı, Mitsotakis hükümetini Türkiye ile ilişkilerinde daha katı bir çizgiye itmiştir. Özellikle AET’e tam üyelik ve Türkiye’ye yapılan askeri ve ekonomik yardım konusunda bu durum daha  belirgin olarak ortaya çıkmıştır.[21]

Bütün bunların yanı sıra; Körfez bunalımı sırasında Türkiye’de özellikle T. Özal’ın kişisel etkinliği çerçevesinde yürütülen dış politika, bazı açılardan Yunanistan’da kaygı ile karşılanmıştır. Özellikle ulusal egemenlik hakları ve toprak bütünlüğü konusunda duyarlı davranan ve Türkiye’nin tehditi altında olduğu inancını taşıyan Yunanistan’da T. Özal’ın; Ortadoğu’da sınırların değişeceği ve Türkiye’nin aktif bir dış politika izleyerek bölgede denge ve lider rolünü üstleneceği yolunda yapmış olduğu açıklamalar, Türkiye’nin, giderek daha fazla yayılmacı bir çizgiye oturduğunun işareti olarak görülmüştür. Nitekim, bu sırada Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın Yunanistan’da baskı altında tutulduğu konusunda tartışmaların gündemde olması ve Türkiye’nin Yunanistan’a bu konuda suçlamalar yöneltmekte oluşu, bu konudaki kanıları pekiştirmiştir. [22]

Bu bağlamda, Türk-Yunan uyuşmazlığının her iki ülkede de iktidarlar için olduğu kadar muhalefet, basın, ordu, baskı grupları, kamuoyu için çözümlenmesi gereken bir sorun olmakla birlikte, adeta herkesin çıkarları için yararlanabileceği bir konu olmak eğilimindedir. İster zayıf ister güçlü sivil hükümetler açısından isterse cunta dönemlerinde olsun, Türk-Yunan ilişkileri konusunda ulusal kamuoylarının gösterdikleri duyarlılık, karar alıcılar için birbirinden farklı gerekçelere dayansa da amaçlarını gerçekleştirmede yararlandıkları önemli bir araç olmuştur.

Hükümet; iktidarının devamını sağlayabilmek ve seçmen desteğini koruyabilmek için Türk-Yunan uyuşmazlığında izlediği politikanın kendi ulusal çıkarlarını ne denli iyi koruduğunu göstermeye çalışırken karşı tarafı suçlamış; uzlaşmaz, tehdit kaynağı olarak göstermeye çalışmış; muhalefet partileri, iktidara gelebilmek için hükümetin Türk-Yunan ilişkilerinde ne denli başarısız olduğunu, bu arada da, karşı ülkenin ulusal çıkarlar, egemenlik hakları, toprak bütünlüğü açısından büyük bir tehdit kaynağı olduğunu göstermeye çalışmış; silahlı kuvvetler; iki ülke arasındaki bir savaş olasılığını gündemde tutarak ekonomide giderek daha fazla yük olmaya başlayan savunma harcamalarında kısıntıya gidilmesini önlemeye çalışmakta; basın, sansasyon ve tiraj kaygısıyla iki ülke arasındaki ilişkiler konusunda duyarlı olan kamuoyunun ilgisini pompalamakta. Dolayısıyla, iki ülke arasındaki uyuşmazlık, her iki ülkede de sorunlar karşısında kamuoyunu yatıştırıcı, birleştirici bir unsur olarak görülmektedir. Bu arada; gerginliğin sürdürülmesinin bedelinin nelere mal olduğunu gören ve uyuşmazlıkların bir an önce çözümlenmesi konusunda ısrarlı davranan kişiler her iki ülkede de var olmakla birlikte, bunların karar alma mekanizması üzerindeki etkinlikleri ne yazık ki, sınırlıdır.

PASOK Hükümeti ve Değişen Dış Politika Çizgisi

1990’ların ikinci yarısı Türk – Yunan ilişkilerinde pek çok yeni bunalımın yaşandığı bir dönem olmakla birlikte bu dönemde Türk – Yunan ilişkilerine Yunan siyasasının genel bakışını değiştirecek kimi olayların etki yaptığı görülmüştür. Bu değişimin gözlediği noktalardan birisi, Yunanistan’ın AB üyeliği çerçevesinde uyum sürecini istikrara kavuşturmak istemesidir.[23] Yunanistan’da hemen her iktidar değişikliğine rağmen sürdürülen temel çizgi Türkiye ile olan ilişkilerde yaşanan gerilim olmasına karşın özellikle 1999 bunalımı çerçevesinde iki ülke arasında yaşanan ılımlı diyalog çabalarında PASOK hükümetinin belirgin bir dış politika değişikliğine girmiş olduğu gözlenmiştir.[24] Özellikle Türkiye ile olan uyuşmazlıklarının bu ülkenin dış politika sürecini olumsuz etkilemeye başlaması ve izlenen politikaların somut bir çözüme ulaşmakta yetersiz kalmış olması PASOK hükümetinin politikasında değişikliğe gitmesine yol açmıştır.[25] Bu yeni yönelimde Türkiye ile olan uyuşmazlıkların esasına ilişkin boyutu ön plana çıkarılmadan iki ülke arasında diyalog sürecini hızlandırarak işbirliğini arttıracak girişimler ağırlıklı olarak uygulamaya konulmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda, gözlenen bir başka özellik ise, Türkiye ile sıfır toplamlı bir dış politika mücadelesi içerisinde olan Yunanistan’ın bu yeni süreçte bu politikasında değişikliğe gitmiş olması uzlaşma ağırlıklı bir politika izlemeye başlamasıdır. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik yönünde isteklerini dile getirmekte oluşu ve bu yönde AB ve Yunanistan tarafından uygulanan stratejinin Türkiye’yi Birlik dışındaki ilişkilerini güçlendirmeye yöneltmiş olması, Yunanistan’ın, Türkiye’ye ilişkin pazarlık sürecinde AB baskısını elinden kaçırmasına yol açabilecek bir girişim olarak algılanmış ve Helsinki Zirvesi sırasında Türkiye’ye tam üyelik / aday üyelik konusunda olumlu sinyaller verilmiştir.

Diğer yandan, Yunanistan’ın 1990 sonrası dönemde AB fonlarının da yardımı ile ekonomik alanda sergilemiş olduğu önemli ilerlemeler PASOK hükümetinin dış politikada Öcalan olayı ile düşmüş olduğu saygınlık kaybı ile gölgelenmiştir.[26] Türkiye ile kurulan ılımlı diyalog, bu bakımdan da Yunanistan ile Türkiye arasında yeni bir sürecin başlamasına katkıda bulunmakla kalmayacak, aynı zamanda, PASOK hükümetinin 9 Nisan 2000 seçimlerinden güçlenerek çıkmasına olanak verecek bir seçenek olarak değerlendirilmiştir. Bu seçimler sırasında Türk – Yunan ilişkileri bakımından en önemli değişiklik, iki ülke arasındaki uyuşmazlığın eskisinden farklı olarak, siyasi partiler arasında bir çekişme, propaganda konusu edilmemesi olmuştur. PASOK’un rakibi, YDP lideri K. Karamanlis de yapmış olduğu açıklamada, “Arzumuz, diyalog yoluyla komşu ülke ile ilişkilerimiz normalleştirmektir.. Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunmazsa Türk – Yunan ilişkilerinin normalleşmesi tam olarak gerçekleşemez” demiştir. [27] Gerçekten de bu tür bir politika değişikliği, Öcalan’ın yakalanması ve Yunanistan’ın PKK’ye desteğinin ortaya çıkmasının ardından da söz konusu olmuş; Mitsotakis, yaptığı konuşmada, “Yunanistan’ın son 20 yıldır terörle mücadelede başarısız olduğunu belirterek, ‘Bu başarısızlık Yunanistan’ın dış politikasını olumsuz etkiliyor. Öncelikle Türkiye ile işbirliği anlaşması imzalamamız gerekiyor. İşbirliğini reddetmek Türkiye’nin kuşkularını arttıracaktır. Halbuki, Yunanistan ne geçmişte ne de bugün terörü desteklemiştir,” diyerek hükümete bu konuda destek vermiştir.[28] Türkiye bakımından da iki ülke arasında başlatılan diyalog sürecinin kesintiye uğramadan sürdürülebilesi ve bu süreç içerisinde esas sorunların da ele alınabileceği bir ikili diplomatik görüşme yolunun açılabilmesi Yunanistan’daki seçimlere bağlı bir gelişme olarak algılanmış; bu seçimlerden PASOK’un başarı ile çıkması arzulanmıştır Kohen’e göre;“Kuşkusuz Atina’da ‘devamlılık’ Türkiye’nin de tercihidir. Son aylarda gelişen yakınlaşmanın  (bu arada Cem – Papandreou diyalogunun) devam etmesi, PASOK’un yeniden iktidara gelmesi ile kolaylaşacaktır. Türk – Yunan ilişkilerinde iyiye doğru ‘değişim’, aslında ‘devamlılık’ daha iyi sağlayacaktır.”[29]

İç politikayı ilgilendiren bir başka yapısal faktör[30] olarak Yunanistan’da din ve kilisenin siyasal yaşamdaki etkinliğinden söz etmek mümkündür. Türk – Yunan ilişkilerinde kilisenin etnik/dinsel ayrılıkları körükleyici bir rol üstlendiğinin örneklerine rastlanmaktadır. Bu durumun zaman zaman siyasal iktidarı zor duruma bıraktığı da görülmüştür. Örneğin Yunanistan Başpiskoposu Hristodoulos yapmış olduğu bir konuşma sırasında “Yunanlıların lideri olarak size Trabzon’daki Sümela Manastırı’nı yeniden açacağıma söz veriyorum. Biz Yunanlılar, yeniden Türkiye’ye kaptırdığımız topraklarımızı geri alacağız” demiş, bu durum siyasilerin tepkisini çekmiş ve Adalet Bakanı Evangelos Yannopoulos, “Eğer böyle siyasi konuşmaya devam edecekse cüppesini çıkarsın”, demiştir.[31] Ulusçu fanatik söylemler ve uygulamalar içerisinde din adamlarının bulunması dikkat çekicidir; Nitekim Türkiye ve Yunanistan’ı sıcak bir  atışmanın eşiğine getiren Kardak bunalımı sırasında da gerginliğin yaratan Yunan bayrağının adaya dikilmesi girişimi bir kilise papazı tarafından düzenlenmiştir.[32]


[1] Bu konudaki tartışmalar için bkz; P. Terlexis, Greece’s Policy…, ss. 32 ve sonrası.

[2] Bu konuda bkz; P. Terlexis, Greece’s Policy…, ss. 110-125.

[3] 1963-64 bunalımları ve bunalım sonrasında Yunanistan’ın Türk-Yunan ilişkileri ve Kıbrıs konusuna ilişkin politikasında G. Papandreu tarafından gerçekleştirilen değişiklikler için bkz; Andreas Papandreu, Namlunun Ucundaki Demokrasi, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1988, ss. 161-174.

[4] Bkz; M. A. Birand, Diyet…, Yalçın Doğan, “10. Yıldönümünde…,” ayrıca, Karamanlis’in Yunan basını ile yapmış olduğu görüşme, 20 Temmuz 1975.

[5] Atina Radyosu, 14 Ağustos, 1983. Helenizm’den söz edilmesi, Enosis ve Megali İdea gibi yaklaşımların hala Yunan dış politikasının öncelikleri arasında olduğu kanısını uyandırmıştır.

[6] Kıbrıs Rum Basını, 22 Eylül 1983.

[7] AP, 18 Ekim 1983.

[8] Atina Radyosu, 2 Nisan 1984.

[9] Atina Haber Ajansı, 5 Mayıs 1984.

[10] Atina Radyosu, 7 Mayıs 1984.

[11] Bu konuda bkz,; Atina Radyosu, 17 Aralık 1984, Kathimerini, 19 Aralık 1984; Apoyevmatini, 19 Aralık 1984; Rizospatris, 18 Aralık 1984; To Vima, 18 Aralık 1984; Eleftherotipia, 17 Aralık 1984.

[12] E. Antonaros, “Atina’nın Savunma Planları NATO Ortaklarını Yanıltıyor-Papandreou’nun Düşman Arayışı,” Die Welt, 20 Aralık 1984; Eleftheros Tipos, 17 Aralık 1984; Apoyevmatini, 19 Aralık 1984.

[13] Bkz; BYE, 29-30 Temmuz 1987.

[14] Atina Radyosu, 30 mart 1987.

[15] Wall Street Jurnal, 31 Mart 1987.

[16] Anke Weig, Frankfurter Algemain Zeitung, 10 Haziran 1988.

[17] A. A. 22 Temmuz 1990.

[18] Bkz; dönemin basını; özellikle tatbikatlara katılan uçakların Yunanistan’ın iddia etmiş olduğu 10 millik hava sahasını tanımayarak 6 ile 10 mil arasındaki bölgede uçmaları Yunanistan’ın protestolarına neden olmuş; Yunanistan, NATO çerçevesinde bölgede düzenlenecek tatbikatları boykot etme yoluna gitmiştir.

[19] Yunanistan’ın Sesi Radyosu, 19 Temmuz 1990.

[20] Çok uluslu gücün Kuveyt’i işgal altında tutan Irak’a karşı bir askeri müdahalede bulunacağı olasılığı arttığında, Yunanistan da Limni savaş gemisini çok uluslu güç eşliğinde Körfeze gönderme kararı almıştır. Ancak; Ege Denizi’nde ortaya çıkan savunma boşluğu ileri sürülerek, Mitsotakis Hükümeti, Papandreu tarafından eleştirilmiştir. Bkz; Yunanistan’ın Sesi Radyosu, 20 Ağustos1990. Ayrıca, Papandreu, yaptığı açıklamada, “Yunanistan’ın askeri açıdan bu meseleye katılmamasının gerektiği tezini savunuyoruz. Yunanistan’ın Körfeze gitmesi için Ege’deki savunmasını zayıflatmasına gerek yok. Özellikle Ege Bölgesindeki toprak bütünlüğümüzün korunacağına dair teminat verilmemişken, uluslararası güce katılmamız doğru değil. Komşu Türkiye, bir şey vermeden ve oyuna katılmadan ‘aferinleri’ topluyor. Bizler ise, her zaman vermeye ve kaybetmeye hazırız,” demiştir. Rizospatris, 21 Ağustos 1990.

[21] Yunan Dışişleri Bakanı A. Samaras, yapmış olduğu bir açıklamada, Yunanistan’ın, Türkiye’ye AET çerçevesinde verilecek olan ekonomik yardımı denetleme olanağına sahip olduğunu ve Ege’de askeri güç dengesini Yunanistan aleyhine bozacak şekilde bir yardımın Türkiye’ye yapılamayacağını belirtmiştir. Bu konuda bkz; A.A. 17 Eylül 1990; A.A. 23 Eylül 1990.

[22] Bu konuda bkz; Mihalis Moronis, “Ortadoğu’nun Yeni Haritası ve Türkiye,” Eleftherotipia, 24 Eylül 1990.

[23] S300 Füzeleri bunalımı sırasında Simitis ile Klerides arasında füzelerin geleceğine ilişkin olarak çıkan görüş ayrılıklarında da bu kaygıyı görmek mümkündür. Türkiye ile S300’ler yüzünden çıkacak bir sıcak çatışmanın Yunanistan’ın AB ile olan ilişkilerini sekteye uğratacağı, ortak para birimine geçiş için gereken çabaları aksatacağı düşüncesi tedirginlik yaratmıştır. Taki Berberakis, “Kabahat Klerides’te”, Milliyet, 27 Temmuz 1998, s. 17.

[24] Son dönem Yunanistan’ın Türkiye ile olan yakınlaşmasında Yunanistan’ın sergilediği yaklaşımın Soğuk Savaş sonrası dönemde Yunanistan’ın güvenliğine ilişkin algılamalarında bir dönüşüm gerçekleştirmesi gerektiğini öneren yaklaşımlara koşut olarak geliştiğini söylemek mümkündür. Nitekim, Prodromou’nun dile getirdiği gibi, “Müttefikleri nezdinde algılamada bir dönüşüm gerçekleştirmeye ek olarak, Atina demokratikleşme ve (saldırgan olmayan) piyasalaşmaya odaklanmış bir Soğuk Savaş sonrası Avrupa-Amerika güvenlik stratejisinin meyvelerini, Yunanistan’ın uzun vadeli güvenlik çıkarlarının Güneydoğu Avrupa ve Doğu Akdeniz’de istikrarlı demokratik rejimlerin kurulmasıyla en iyi korunacağını kavrarsa ancak toplamaya başlayabilir. Böyle bir perspektif Yunanistan’ın Türkiye’nin yukarıda anılan çizgiler dahilinde kazançlar elde etmesini desteklemek istediğini varsaydığı ölçüde, bu görüş Atina’daki politika üretici elitler açısından da algılamada bir dönüşümü gerektirir… Burada dikkate değer üç nokta var. Birincisi, Atina’nın demokrasiye geçiş ve demokrasinin pekiştirilmesi sürecinde anayasal çerçeveyi iyileştirerek ve çoğulcu bir demokrasinin kurumsal temellerini atmak için gerekli olan yargı bağımsızlığını kalıcılaştırarak komşu ülkelere yardım sunabileceği. İkincisi, etnik ve dini azınlık hakları gibi özellikle hassas konularla ilgili olarak, Atina’nın Türkiye’yle ve Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti’yle ortak sınırları boyunca yurttaş haklarını koruma zor yolunu tutabileceği. Azınlık meseleleriyle ilgili olarak, politika ve toplumun çoğulculaşmasını sağlayarak Atina Güney Balkanlar’da devletlerarası çatışma için muazzam bir potansiyele sahip bir sorunu ortadan kaldırabilir ve böylelikle de Atina’nın bölgede Yunan ve Ortodoks azınlıklara eşit haklar sağlanması yolundaki çağrılarına müttefiklerin yapıcı cevaplar vermeleri konusunda Brüksel ve Washington nezdinde inandırıcılık kazanabilir. Üçüncüsü, Yunan ekonomisinin bölgedeki en güçlü performansa sahip ekonomi olması hasebiyle, Atina’nın bölgesel iktisadi işbirliği inisiyatifleri için çapa hizmeti sunabileceği.” E. Prodromou, “Yunanistan’da Soğuk Savaş…, ” ss.162-163.

[25] Aslında bu değişim sürecinin daha önce başladığını söylemek olasıdır; Nitekim Larrabee, Yunanistan’ın dış politikasındaki duyarlılığı Balkanlardaki yeni yapılanmaya ilişkin ulusal güvenlik kaygılarıyla bağlantılandırarak şu yorumu yapmaktadır; “… 1991’den 1994’e Yunan siyasetini vasıflandıran milliyetçi dalganın geri çekildiğine dair işaretler var. 1994’ün sonundan beri, Atina’da yeni, daha gerçekçi bir politika doğmaya başladı. Bu yeni pragmatik politika özellikle Yunanistan’ın Balkan politikasında yansımasını buldu. 1995 başlarından beri, Yunanistan Arnavutluk’la olan görüş ayrılıklarını  düzeltti., EYMC’yle olan ilişkilerini normalleştirdi ve Türkiye’yle yapılan gümrük birliği anlaşmasına koyduğu vetoyu kaldırdı. Bunun sonucunda, Yunanistan şimdi Balkanlar’da baştan beri oynaması gereken istikrar sağlayıcı rolünü oynayabilecek bir konuma geldi.” S. F. Larrabee, “Yunanistan ve Balkanlar: Politika Önerileri…,” s.135.

[26] Bununla birlikte, Öcalan olayı sırasında Başbakan Simitis’in PASOK içerisinde ve bürokratik kadrolar içerisinde var olan fanatik kadroların tasfiyesini Türkiye’nin göstermiş olduğu tepkiyi kullanarak gerçekleştirmiş olduğu yönünde görüşler de ileri sürülmüştür. Acar’a göre; “…Simitis kongrede, Apo olayında kamuoyunda sarsılan güveni tazelemeye çalışırken, bir yanda da ‘yenilikçiler” ile birlikte Papandreu’nun ‘tutucularına’ (!) karşı mücadele verdi.” Özgen Acar, “Simitis, İktidarını Pekiştirdi”, Cumhuriyet, 23 Mart 1999, s. 8. “1980’lerin başından itibaren ister sağ isterse sol olsun, Yunan elitinin büyük çoğunluğu, Türkiye’nin güçsüzlüğü ve istikrarsızlığının Yunanistan’ın çıkarına olduğuna, Avrupa dışında tutulması gerektiğine inandı ve Andreas Papandreu’nun bu yöndeki politikasını destekledi. PKK terörünün doruğa çıktığı günlerde, Türkiye’nin 1920’lerin başında ki gibi dağılacağını hayal edenler de oldukça fazlaydı, el altından PKK’ya destek de o günlerde başladı. 1995 sonunda Kostas Simitis, Andreas Papandreu’nun yerine iktidara geldiği zaman uzun süre bu politikaya dokunmadı ya da dokunamadı, çünkü Avrupa Para Birliği hedefine yürürken hakim olamadığı PASOK’taki Türk düşmanlarıyla ve derin devletle uğraşacak gücü yoktu. 1980’lerin politikasındaki ilk çöküş Türkiye’nin PKK’ya büyük darbe indirip, Suriye’nin Öcalan’ı koruyamaz noktaya gelişiyle başladı. Öcalan’ın Nairobi’deki Yunan Büyükelçiliği’nden çıktıktan sonra Türkiye’nin eline geçmesi ise Papandreou dönemi politikaların iflası oldu.” Nur Batur, “Değişen Yunanistan’ın Hikayesi”, Hürriyet, 5 Şubat 2000, s. 14.

[27] Taki Berberakis, “Türkiyesiz Seçim”, Milliyet, 17 Mart 2000, s.20.

[28] Nur Batur, “Miçotakis, Simitis’i PKK’ya Karşı Türkiye’yle İşbirliğine Çağırdı”,  Hürriyet, 23 Haziran 1999 s. 30.

[29] Sami Kohen, “Değişim mi Devamlılık mı ?” Milliyet, 17 Mart 2000, s. 20.

[30] Yunanistan Anayasası’nın 3. maddesinde ülkenin dininin Ortodoksluk olduğu hükme bağlanmıştır. Başka mezhep ve dinlerin ülke içinde ibadet yeri açması için Ortodoks Kilisesi’nin onayı gerekiyor. Eğitim konusunda da benzer uygulamalar yapılmakta. Bakanlığın ismi Eğitim ve Din Bakanlığı; ulusal ve dini bayramlar aynı tarihlerde ayinlerle kutlanmakta.  Hükümet değişikliklerinde de hükümet Başpiskopos tarafından kutsanmaktadır.

[31] “Papazı Susturacaklar”, Milliyet, 31 Ağustos 1998, s. 16.

[32] Burada ilgi çekici bir nokta; Türkiye ve Yunanistan arasında din adamlarının ulusçuluğa bakış tarzlarıdır. Yunanistan’da din ve etnik kimlik birlikte, çoğu kez tek bir kimliğe indirgenerek siyasal yaşamda egemen kılınmaya çalışılırken Türkiye’de bunun tersi bir yapılanma söz konusudur. Müslüman din adamları iki ülke arasındaki uyuşmazlıkta çoğu kez sadece din öğesini ön planda tutmakta. Türk ulusçuluğu bu anlamda bir din öğesini ön plana çıkarmamaktadır.