Yunanistan Tarafından Türkiye Aleyhtarı Terör Örgütlerine Verilen Destekler

Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde terörün uluslararası destek boyutunu dile getirmeye başladığı dönem büyük ölçüde 1980’li yıllar olmuştur. Gerçi uzun yıllar Türkiye’de bir iç terör sorunu yaşanmış ve bu durum can ve mal kayıplarına  ve istikrarsızlıklara neden olmuştur. Bununla birlikte, dış politikasını yürütürken bu durum büyük ölçüde Türkiye’nin “iç sorunu” olarak kabul edilmiştir.

1980 yılların başında ise, Türkiye’ye yönelik terörün farklılaşmaya başladığı görülmektedir. Yıllardır yaşanan iç şiddet olaylarına ek olarak, bu dönemde iki farklı hareket benzer amaçlarla şiddet eylemlerine başvurmaya başlamışlardır. Bunlardan ilki, ASALA terör örgütünün Türkiye topraklarını parçalayarak bir Ermeni devleti kurmaya yönelik hayalleri, diğeri ise, PKK’nın Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda bir Kürt devleti kurma hayalleri olmuştur.[1] Bu iki hareketin de dayandığı nokta, Türkiye tarafından asla kabul edilmeyen Sevr Antlaşması ile kendilerine vaat edilen topraklar olmuştur.

1980’ler bu iki hareketin uluslararası alanda destek, en azından hoşgörü ile karşılandığı yıllar olmakla birlikte, bu durumu kolaylaştıran kimi iç ve dış yapısal faktörlerden de söz etmek mümkündür.

12 Eylül 1980 tarihinde, Türkiye’de Silahlı Kuvvetlerin iktidara el koyması ve yönetimin Milli Güvenlik Konseyi’nin elinde bulunması, Türkiye’nin uluslararası kamuoyu önündeki imajını olumsuz etkilerken bu dönemde yaşanan siyasi baskılar, Türkiye’de demokrasinin ilke ve kurumlarından uzaklaşıldığının göstergesi olarak değerlendirilmiştir. Büyük ölçüde sol terör örgütlerine karşı olarak yürütülen mücadele bu dönemde çok sayıda insanın yasal/yasal olmayan yollardan Türkiye dışına çıkmasına ve özellikle Almanya, Fransa, Belçika, Yunanistan, Hollanda gibi ülkelerde bir Türk siyasi mülteci grubunun oluşmasına yol açmıştır. Bu gruplar içinde gerçekten siyasi düşüncelerinden dolayı ülkeyi terk etmek zorunda kalan insanlar olmakla birlikte, bu kimliğe bürünerek söz konusu ülkelerde oturma ve çalışma izni almaya çalışan ve terör örgütleri içerisinde yer almış insanlar da bulunmuşlardır. Siyasi mülteci kimliği, bir yandan terör örgütü üyelerinin bu ülkelerdeki konumlarını, varlıklarını Türkiye’nin demokratik bir ülke olmadığı, adil yargılama koşullarının bulunmadığı, siyasi düşüncelerinden ve kimliklerinden dolayı takibata ve baskıya uğradıkları gerekçesini dile getirerek Türkiye’ye yönelik uluslararası baskıların yapılmasını sağlamaya yönelik iken diğer yandan, bu örgütlenmelerin daha serbest bir ortamda Türkiye karşıtı eylemlerini organize edebilme olanağını sağlamıştır.

Bu durum, siyasi mültecilere ev sahipliği yapan ülkelerin Türkiye ile olan ilişkilerine de yansımış ve bu ülkeler Türkiye ile olan ikili ve ittifak ilişkileri çerçevesinde konuyu gündeme getirerek baskı ve pazarlık arayışı içerisinde olmuşlardır. Bu bağlamda, bugün Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde etkisinde kalmış olduğu pek çok sorunun bu dönemdeki uygulamalardan büyük ölçüde etkilendiği söylenebilir. Demokrasinin tüm ilke ve kurumlarıyla siyasi yaşama egemen kılınmasında karşılaşılan güçlükler, ordunun siyasetteki rolünün artmış olması, temel insan hak ve özgürlüklerine yönelik baskılar ve ihlaller, vb gerekçeler bugün Türkiye’nin iç ve dış teröre karşı yürütmekte olduğu haklı mücadelesinde bu ülkeler tarafından dile getirilen gerçeklerdir. Dolayısıyla, Türkiye, bir yandan iç ve dış teröre karşı silahlı mücadele verirken, diğer yandan da, uluslararası alanda yürüttüğü mücadelenin hukuki ve siyasi meşruluğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır.

Türkiye’nin iç ve dış teröre karşı yürütmüş olduğu mücadele, pek çok boyutta değerlendirilebilir. Bu mücadelenin oldukça uzun bir süreyi gerektirmiş olması ise, bir yandan Türkiye’nin kendi iç siyasi, ekonomik, sosyal yapısı, diğer yandan da, bölgesel / uluslararası değişikliklere bağlı olmuştur.

1980’li yılların ikinci yarısı, Türkiye’deki teröre ve Avrupa ülkelerinin Türkiye’deki terör olaylarına ilişkin bakışlarına yeni bir boyut kazandırmıştır; farklı siyasi düşüncelerin örgütlenme ve ifade özgürlüklerine yönelik ihlal iddialarına ek olarak, bu kez, etnik/dinsel kimliklerinden dolayı Türkiye’de baskı altında olduklarını dile getiren insanlar ortaya çıkmaya başlamış ve mülteci kavramı siyasi ve etnik boyutu çağrıştırmaya başlamıştır.

Bu durum, Türkiye’deki olayların diğer ülkelerce istismar edilmesine olanak sağlamış ve bazı ülkeler bu mültecilerin haklarının uluslararası kamuoyu önünde savunuculuğunu üstlenmeye başlamışlardır. Dolayısıyla, Türkiye için mücadelenin sahası genişlemiştir.

Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde teröre ilişkin sorunların 1980’lerin başından itibaren yoğun olarak dile getirilmekte olduğu görülmektedir. Başlangıçta siyasi düşünce suçlusu olduğu ve Türkiye’deki baskı ve ihlallerden dolayı kaçmak zorunda kaldıklarına inanılan terör örgütü üyelerine gösterilen ilgi ve desteğin sınırlı olduğunu, fakat ilerleyen dönemde bu desteğin giderek arttığı görülmüştür. Bu destek, önceleri mülteci kampları oluşturmak yönünde iken, sonra bu kampların birer teorik ve askeri eğitim kamplarına dönüşmesine, ülke genelinde örgütlenme ve eylem hazırlıkları için gerekli lojistik, finansal, siyasal desteğin sağlanmasına değin genişlediği görülmüştür. Özellikle sol siyasi örgütlenmelere verilen desteğin ilerleyen dönemlerde PKK terör örgütüne de sağlanmış olduğu görülmektedir.

Türkiye’nin son kırk yılına şekil veren değişikliklerden biri uzun yıllar etkisinde kalmış olduğu terör hareketleri olmuştur. Birbiriyle ilintili pek çok etkene bağlı olarak değerlendirilebilecek olan terör hareketlerinin konumuz bakımından bizi ilgilendiren boyutu, Türk dış politikasını ilgilendiren yönüdür. Bu bakımdan ele alındığında ise, özellikle Türkiye’nin Yunanistan ile olan ilişkilerinde göz önünde bulundurmak zorunda olduğu terör örgütlerine verilen destekler ön plana çıkmaktadır.

Türkiye 1970-80 sürecinde yoğunlukla iç siyasasında karşılaşmış olduğu terör hareketleriyle mücadelesini sürdürürken 1980’lerin ilk yıllarından itibaren  bunların yanı sıra Türkiye’den toprak talebinde bulunan ayrılıkçı örgütlerin şiddet eylemleriyle karşılaşmaya başlamıştır. Önce ASALA ve daha sonra PKK terör örgütleri, Türkiye içinde oldukları kadar Türkiye dışında da Türkiye karşıtı şiddet eylemlerini yürütmüşlerdir.

Türkiye’ye yönelik terör eylemleri dikkatle incelendiğinde, bu örgütlerin eylemlerini herhangi bir dış desteğe bağlı olmaksızın sürdürebilmelerinin mümkün olmadığı görülmektedir. 1970’li yıllar ve sonrasında Türkiye’deki çeşitli siyasal görüşlere sahip olmakla birlikte eylem biçimi olarak silahlı mücadeleyi seçmiş olan örgütlerin  bu eylemleri gerçekleştirmek için gereksinim duydukları insan faktörü bir yana bırakılırsa silah, mühimmat, eğitim, para ve diğer kaynaklarını bir dış destek olmaksızın kolaylıkla elde edebilmeleri mümkün değildir. Nitekim uzun yıllar terörün iç desteklerine yönelik olarak yürütülen mücadeleler dış bağlantıların da ele alınması gereğini ortaya çıkarmıştır.

Türk – Yunan ilişkilerinde terör ve terör örgütlerine sağlanan kolaylıklar özellikle önemlidir. Bu durum Türkiye ve Yunanistan arasında hem kara hem de deniz sınırlarının bulunmasından dolayı terör örgütlerinin bu coğrafi kolaylıklardan Türkiye karşıtı eylemlerde yararlanmalarına olanak sağlamaktadır. Nitekim daha 1980’lerde Ermeni ve Kürt terör örgütlerinin Yunanistan’da örgütlenmeye ve burada temsilcilikler kurmaya başladıkları görülmüş ve bu durum iki ülke yetkilileri arasında bu dönemde sürdürülen görüşmeler sırasında dile getirilmiştir. Gürün’ün aktardığına göre 4 – 5 Aralık 1980 tarihlerinde Atina’da yapılan görüşmeler sırasında karşılıklı güven yaratma konularına değinilmiş ve “kısa süre önce Kıbrıs’dan Atina’ya geçen iki sendikacı Türkiye’deki rejim aleyhinde ağır eleştirilerde bulunmuşlardır. En azından, bunların basın toplantısı yapmaları önlenebilirdi. Biz Ankara’da yabancı temsilciliklere bir sirküler yollayarak, dost ülkeler aleyhine beyanat yapılmamasını istedik. Bunu Yunanistan’da yapabilir sanıyorum. Gene kısa süre önce Roma’da bir Ermeni örgütü, yaptığı basın toplantısında, Ermenilerin New York, Beyrut, Paris ve Atina’da merkezler kurduklarını açıkladı. Zikredilen ilk üç merkezi biz de biliyorduk. Ama Atina için şaşırdık. En azından tarafınızdan bir tekzip beklerdik” denilmiştir.  Büyükelçi Theodoropoulos ise cevabında, “sizinle yüzde yüz mutabıkım. Bu tür faaliyetleri desteklememiz kesinlikle söz konusu değil. Türkiye’deki yeni rejime karşı resmi makamlarımızın reaksiyonu son derece ölçülü oldu… Basındaki tepkilere gelince, bu alanda sorunlarımız çok büyük. Aslında Hükümet yanlısı tek bir gazete bile yok. Eldeki tek imkan onları az çok etkileyebilmek. … Ermeni ve Kürtlerin burada merkezler kurmaları konusuna gelince, çok sayıda cemiyeti ortadan kaldırdık. Bilhassa Beyrut’dan son zamanlarda çok gelenler oldu. Bütün konsolosluklarımıza talimat verdik ve önceden müsaade alınmadan bunlara vize verilmemesini tenbih ettik. Gizlemiyorum, Ermeni ve Kürtlere yardım etmekle milli davaya yardımcı olduklarına inanalar mevcuttur. Ama onları caydırmak için elden gelen  her şeyi yapıyoruz. İnanın bu konularda her türlü işbirliğine hazırız” demiştir.[2] Ancak süreç, Yunanistan’ın bu içtenliğini sürdüremediğini ve terör örgütlerini destekleyenlerin Yunanistan’ın Türkiye karşısındaki tutumunu güçlendirdiğine inananların kolaylıkla denetim altına alınamadığını göstermiştir. Önce ASALA ve daha sonra PKK ve diğer sol terör örgütleri, Yunanistan’da, Türkiye karşıtı faaliyetlerini kolaylıkla sürdürebilme olanağı bulmuşlardır.

PKK terör örgütünün bir yandan güneydoğuda silahlı eylemlerde bulunurken diğer yandan komşu ülkelerde lojistik ve siyasi örgütlenmeler içerisine girerek destek arayışlarını sürdürmesinin açık örneklerine sıklıkla rastlamak mümkün; örneğin 1 Mayıs 1998 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde yer alan bir habere göre PKK Atina’da resmi bürosunu açmış ve açılışa Yunan Parlamentosu’ndan da temsilciler katılmıştır. “PKK’nın Atina’daki ilk resmi basın toplantısına Yunan parlamentosundan 8 milletvekili de katıldı. Katılanlar arasında Yunan Parlamentosu Başkan Yardımcısı Panayotis Krikitos’la birlikte PASOK ve Yeni Demokrasi partili 3’er milletvekiliyle, bir sol ittifak ve bir bağımsız milletvekili de bulunuyor… Toplantıda konuşan Sosyalist milletvekili Costas Vadubas, Atina’nın geçen yıl ‘parlamentoyu temsilen’ giden üç milletvekilinin Apo’ya ilettikleri ‘Yunanistan daveti’ni de yineledi” [3]

PKK’ya verilen destek konusunda Başbakan Mesut Yılmaz yapmış olduğu açıklamada; “Yunanistan Hükümeti’nin güttüğü belli olan stratejik amaç, Türkiye’yle ilişkileri üstünlük konumundan yürütebilmek hevesiyle, bir yandan Türkiye’nin çok yönlü kalkınma hamlelerine sekte vurmak; diğer yandan da AB’den başlayarak ülkemizin Batı ile ilişkilerini onarılması güç olacak şekilde zedelemek ve mesafelendirmektir. Bu çerçevede kullanılan başlıca yöntemler, bir taraftan Türkiye’nin toprak bütünlüğüne, istikrarına ve huzuruna kasteden PKK terörüne verilen destekte; diğer taraftan da, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde özellikle Ege sorunlarından kaynaklanan gergin ortamın canlılığını koruyabilmesi için harcanan çabalarda somutlaşmaktadır.”[4]

Öcalan’ın yargılanması sırasında vermiş olduğu ifadelerden de Yunanistan’ın PKK ile ilişkileri açıkça görülmüştür; “1994 senesinde Yunanistan’da PKK kampları açıldı. Lavrion Kampı’nda PKK’lı gençlere daha çok ideolojik eğitim veriliyordu. Ayrıca Yunanistan’da küçük gruplarımızın yerleşmesi için evler de vardır. Tahmin ediyorum kiradır. Lavrion Kampı’ndan başka bir de bomba eğitimi veren Dimitri Elen kampımız vardır. Bomba eğitimini, kamp eğitimini ve küçük grupları barındırmak hususunda organizede bizim dost tabir ettiğimiz Yunan Gizli Servisi’nin yardımı olmaktadır. Yunanistan’dan para yardımı da almaktayız. Bu para yardımını daha ziyade sivil kurumlardan almaktayız. Kiliselerden almaktayız, sendikalardan almaktayız. Bir de bize ait dergiler etrafında aldığımız bağışlar vardır. Bu bağışlar mesela 100 liralık derginin 1000 liraya satılması gibi alınmaktadır.”[5]

Terör hareketleri çerçevesinde değerlendirilebilecek bir başka konu ise, Yunanistan’da Türk diplomat ve temsilcilerine, Türk kökenlilere yönelik Yunanistan kaynaklı şiddet hareketleridir. 1980’lerden günümüze Türk diplomat ve temsilciliklerine yönelik bu tür saldırılarda çok sayıda diplomat ve Yunan yurttaşı Türk yaşamlarını kaybetmiş ve yaralanmışlardır. 1991 yılında Atina Basın Ataşesi Çetin Görgü ile 1994 yılında müsteşar Haluk Sipahioğlu, Yunanistan’da 17 Kasım terör örgütünün silahlı saldırıları sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu 1999 yılı Global Terörizm Raporu’nda da Yunanistan’daki terörist hareketler çerçevesinde bu ülkedeki PKK terör örgütü faaliyetleri dile getirilmiş, 17 Kasım örgütünün ABD ve diğer ülkelere ait hedeflere yönelik saldırılarına dikkat çekilerek, Yunanistan, Avrupa’da terörizme karşı mücadelede en zayıf bağlantı noktası olarak değerlendirilmiştir.[6]

 


İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997. PKK’nın Yunanistan ile olan bağlantılarına ilişkin olarak bkz; “Greece and PKK Terrorism”, http://www.mfa.gov.tr/grupe/eh/terror/greecebk/epilogue.htm

[2] K. Gürün, Fırtınalı…, s. 212. Görüşme sırasında Gürün’ün sadece Ermenilerden söz etmesine karşılık Büyükelçi Theodoropoulos’un Kürtlerden de söz etmesi ilginç bir değerlendirmedir.

[3] Türkiye’de eylem yaparken yakalanan pek çok terör örgütü üyesi  itiraflarında Yunanistan’da yürüttükleri eğitim ve lojistik faaliyetlerinin ayrıntılarını vererek bu ülke ile PKK arasındaki bağın açığa çıkmasına katkıda bulunmuşlardır. Taki Berberakis, “PKK, Atina’da Resmen Büro Açtı,” Milliyet, 1 Mayıs 1998, s.17.

[4] “Yunanistan’a Yılmaz’dan Sert Uyarı”,Milliyet, 1 Mayıs 1998, s.17.

[5] Enis Berberoğlu, “PKK’nın Paraları Atina Bankalarında”, Hürriyet, 30 Mayıs 1999, s. 12.

“Patterns of Global Terrorism: 1999 /Europe Overview”, http://www.state.gov/www/global/terrorism/1999report/europe.htm B. Tarihi: 19/10/2000