DIŞİŞLERİ BAKANI SAYIN İSMAİL CEM’İN BASIN TOPLANTISI (8 EKİM 1997)


Efendim önce hepinize hoşgeldiniz demek istiyorum.

Bu basın toplantımızın amacı üç aylık süremizin bir değerlendirmesini yapmak. Burada bütün konulara değinmek imkanım yok tabii. Yani değinmediğim konular daha az önemli demek değil. Onları sual-cevapta da açabiliriz. Her konuya değil, bazı konulara değineceğim. Geçen defaki gibi bir yazılı metin veremiyorum. Sadece konuşmanın ilkelere ilişkin bir bölümüyle Yunanistan politikalarına ilişkin bölümünün notlarını toplantı sonucunda vereceğim ki, bunlar sadece iki bölüm. Bütününün notu olamayacak ve bir de bu değerlendirmeyle beraber geleceğe dönük bazı çalışmalarımız hakkında bilgi sunacağım.

Bu toplantı benim açımdan ve Bakanlığımız açısından bir başka şekilde önemli. Çünkü üç aydır birlikte görev yaptığım üst yönetimdeki arkadaşlarımızdan bazıları merkezdeki görev sürelerini doldurarak yeni görevlerine gidecekler. Ben bu arkadaşlarımıza sizin huzurunuzda teşekkür etmek istiyorum. Müsteşarımız Sayın Onur Öymen, Müsteşar Yardımcılarımız Sayın Ali Tuygan, Sayın Temel İskit, Sayın İnal Batu. Gerçi Sayın Batu biraz daha bizimle olacak merkezde. Kendisinden rica ettik, Kıbrıs konusunun, Türk-Yunan ilişkilerinin bu kadar ön planda olduğu bir dönemde, yılbaşına kadar bizimle beraber olabilecek. Hatta yılbaşından az sonrasında da. Ricamızı kabul etti ve Roma’da Büyükelçi olarak fiilen göreve başlamasını bir-iki ay geciktirerek bize merkezde yardımcı olacak. Sayın Altan Güven ve hepinizin çok iyi tanıdığı Sayın Ömer Akbel, yeni görevlerine başlamak üzere aramızdan, yani sadece merkezden, Ankara’dan ayrılacaklar. Kendilerine ben Sayın Öymen başta olmak üzere içten teşekkür borçluyum. Kendileri gibi birçok arkadaşımız gidecek. Ben sadece Müsteşar Yardımcılarımızın ismini verdim. Benim Bakanlıktaki en zor dönemimde, yani ilk aylarımda çok büyük katkıları oldu, hem Bakanlığımıza, hem şahsen bana. Bunun için kendilerine teşekkür ediyorum.

Şimdi efendim, bu üç ayın değerlendirmesini yaparken, ben biraz şöyle bakmaktayım : Dışişleri Bakanlığımızın çalışmaları, dünya ile ilişkilerimiz, bu üç ay, Türkiye’nin saygınlığını arttırmanın, Türkiye’nin menfaatini daha iyi korumanın, Türkiye’nin imajını yükseltmenin, özetle, eksileri artıya dönüştürmenin ilk mütevazi adımları olarak bu üç ayı değerlendirmekteyim ve bu üç aya biz belli ilkeleri açıklayarak, belli anlayışları açıklayarak başladık. Türkiye’nin küresel ilişkileri bulunan bir dünya devleti olabilme özelliğinin bilinciyle politikalar oluşturduk. Çelişkileri besleyen değil, çözümleyen bir anlayışla Türkiye’nin dış sorunlarına eğildik ve itimat telkin eden, tercihlerinde süreklilik taşıyan, verdiği sözleri tutan bir Türkiye anlayışımızı bu ilk üç ayın çalışmalarına yansıttık.

Ben bütün dış temaslarımda, bütün çalışmalarımda, özellikle de dış temaslarımda, Cumhuriyeti gerçekleştirmiş, Cumhuriyet ihtilalinin sahibi olmuş bir ülkenin temsilcisi olduğumu, 700 yıllık bir tarihi birikimin temsilcisi olduğumu, bütün dış temaslarında hem hissettim, yaşadım, hem de muhataplarıma hissettirdim.

Gene bu üç ayın değerlendirmesinde şu gözlemim oldu: Çağımızda bütün işlevler birbiriyle bağlantılı. Çok fazla bir iç-dış ayırımı olamıyor, çok net çizgilerle, ve bizim Bakanlığımız Türkiye’mizin dışarıdaki konumunu ne kadar güçlendirebilirse, ne ölçüde daha saygın kılabilrise aynen bu oranda Türkiye’nin iç ilişkilerine, iç sorunlarına da bir katkısı olduğunu farkettim. Bizim çok basit gözüken, çok sıradan gözüken bir dış ilişkimiz, bir dış çalışmamız sonuç olarak Türkiye’de bazı sorunların daha kolay aşılmasına bir katkı oluyor ve ekonomik gelişmemize bir nebze bir ivme kazandırıyor.

Sonra gene bu üç ayda getirmeye çalıştığımız anlayış, Türkiye’nin dış ilişkilerinin sınırlı aydın kesimin ilgi alanındaki soyut bir olay olmadığıdır. Dışişleri toplumun bütün kaygılarını, bütün umutlarını doğrudan ve yakından etkilemektedir. Dışişleri Bakanlığımızın konusu ve amacı, aynı zamanda halkımızın ekmeğidir, çocuklarımızın geleceğidir.

Gene ilk basın toplantımızda getirdiğimiz ilkelerle bağlantılı olarak şunu yaşadık ve gördük : Türkiye’miz 2000’li yıllarda dünyanın enerji kavşağı olmanın adayıdır. Kimliğimizin, tarihimizin ve coğrafyamızın bize sunduğu bu imkanı en iyi şekilde değerlendirmeye çalışmaktayız ve bu ayrıcalığımızı ilgili öteki devletlerle ilişkilerde ayrıştıran değil, bütünleyen bir etken olarak kullanmaya çalışmaktayız.

Ve şunu da belirtmek istiyorum : Bugün bir S-300 füzeleri çirkinliğini dünya artık farketmekte ve kınamaktaysa, -bu sabah haberlerde izledim, Avrupa Komisyonunun Dış İlişkiler Sorumlusu da bu S-300’lere değinmiş- Ege konusundaki tezlerimiz nihayet kabul görmekteyse, AB daha üç ay önce kapatıp rafa kaldırdığı Türkiye defterini yeniden açmaktaysa, ülkemizin hakkı uluslararası platformlarda daha iyi savunulmakta ve ses getirmekteyse, Türkiye’nin görünümü haksız yakıştırmalardan bir ölçüde sıyrılmaktaysa, bunun kaynağında Dışişleri Bakanlığı çalışanlarının emeği, birikimi ve elbette, bütün olarak hükümetimizin girişimleri, çalışmaları yatmaktadır.

Şimdi çeşitli konularda gelişmeler oldu. Önce ben ekonomiden söz edeyim. Ekonomiyle başlayayım.

Bu üç ay içinde biz açıkladığımız ekonomiye ağırlık veren politikalarımızla Türkiye’nin ekonomik ilişkilerine dış siyasetin getirmesi icap eden siyasal altyapıyı getirmeye başladık. Daha doğrusu zaten getirilmekte olan bu siyasal altyapıya son üç ayın ivmesini kattık. Burada bazen yanlış anlamalara da yol açıyoruz toplumumuzda. Biz hiçbir zaman ekonomik konularla doğrudan ilgili olarak Bakanlıkların görevini üstlenmek, onların alanıyla ilgilenmek durumunda değiliz. Bizim yaptığımız bütün ekonomik gelişmelerin üzerine bina edildiği siyasi altyapıyı oluşturmak, dış siyasetin bu altyapıya katkılarını getirmek. Onu ötesi bizim işimiz değil. Fakat o siyasi altyapı konusunda da bir-iki örnek vermek istiyorum. Bir defa boru hatları konusunda bizim Bakanlığımızın çalışmalarının belli bir katkısı olmuştur. Üç ay önce konuşmuştuk, o konuşmamızdan sonra bizim hem Gürcistan’la hem Azerbaycan’la temaslarımız, ilişkilerimiz, çalışmalarımız -ben her iki ülkeye de gittim şahsen, benim de temaslarım oldu- bugün üç ay öncesine kıyasla petrol boru hatları konusu Türkiye’nin daha lehine bir noktada gözüküyor. Bunda bizim Bakanlığımızın önemli bir katkısı olmuştur. O dediğim siyasi altyapının oluşumuna biz kendi çabamızı, kendi emeğimizi, kendi bilgimizi ekleyebildik.

Sonra Balkanlar. Gene konuşmuştuk. Balkanlarda ekonomik işbirliği modelleri. Ne yapabiliriz? Mevcut modeller içinde nasıl geliştirebiliriz. Burada belli mesafeler alınmakta. Son olarak New York’ta Bulgaristan ve Romanya Dışişleri Bakanlarıyla, Müsteşarlarımızın da katıldığı bir özel toplantı yaptık. Üçlü bir toplantı yaptık ve burada üç ülkenin önce sınır kapılarının elektronik cihazlarla donatılması -ki bu çok önemli. Hem kaçakçılığın önlenmesinde, hem bazı uyuşturcu maddelerin bizlerin ülkelerini kullanarak batıya ulaşmasını engellemek bakımından çok önemli- konusunda bir müşterek hareket planı hazırladık ve uygulamaya koymaktayız. Gene o toplantıda bizim açımızdan çok önemli olan, Doğu-Batı Koridoru tabir edilen bir otoyol projesi var. Bu projeyle Türkiye’miz Batı Avrupa’ya bağlanacak ve ayrıca Romanya’da bu otoyolla bağlantılı olacak. Mesela böyle bir projenin de çalışmalarını birlikte başlatmaktayız.

Çin’den çok söz etmiştim. Zannediyorum Ocak ayı içinde Çin’e gideceğim. Çin’de Türkiye’nin ekonomik ilişkilerini geliştirmek yönünde şimdiden başladığımız hazırlıkları bir adım daha ileriye götürebileceğim.

Gene Balkanlar bağlamında söylemeyi unuttum, bu ayın sonlarında Makedonya’ya gideceğim. Muhtemelen gene bu ayın sonunda -daha henüz kesinleşmedi- Arnavutluk’a gideceğim ve daha sonra da diğer Balkan ülkelerine tek tek giderek Türkiye’mizin ilişkilerini, hem siyasi hem ekonomik ilişkilerini geliştirmeye çalışacağım.

Hep sözünü ettiğimiz, güvenlik, yani Dışişleri Bakanlığının temel işlevi olan güvenlik, ülke güvenliğine katkısı, ülke güvenliğinin korunmasına politikanın katkısı. Bu konularda da çalışmalarımız oldu.

Yunanistan’a ayrıca değineceğim. O da bizim bir komşumuz. Ona ayrıca değineceğim ama son üç ay içinde bizim güvenlik açısından, ekonomik gelişme açısından, ekonomik ilişki açısından sınır komşularımızla ne yapabiliriz, nasıl geliştirebiliriz? Bu bağlamda, Irak’la bir temasımız oldu. Sayın Müsteşar görüşmelerde bulundu. Hem de en üst düzeydeki muhataplarıyla görüşmelerde bulundu. BM kararları çerçevesinde elbette. Fakat Irak’la ekonomik ilişkilerimizi nasıl geliştirebileceğimiz konusunda bir ortak çalışma başlatıldı.

Gene komşularımızdan İran ile önemli bir adım attık. İyi niyetle biz bu adımı attık. İran tarafı da aynı şekilde bize olan ifadesinde aynen bizim gibi iyi niyetle hareket ettiklerini, iyi niyetle bir girişimde bulunduklarını belirttiler. Zannederim önümüzdeki ay karşılıklı olarak Büyükelçilerimiz göreve başlayacak ve burada benim ümidim, benim düşüncem, artık İran’la bizim onlardan şikayetimiz ne ise o, onların bizden şikayeti neyse o, bunları oturup, medeni bir şekilde konuşuruz ve medeni bir şekilde çözüm yoluna koruz. Karşılıklı olarak İran’ın Sayın Dışişleri Bakanıyla bu yaklaşımı sergiledik, bu yaklaşımı ortaya koyduk. Ümit ediyorum bu çok önemli tarihi komşumuzla, bundan sonra ilişkilerimiz gerçekçi bir şekilde, ihtiyatlı bir şekilde, fakat bir düzelme yoluna girebilir.

Suriye ile sorunlarımız devam ediyor. Orada bir gelişme olduğunu hiç değilse bugün için söyleme durumunda değilim.

Ortadoğu’daki anlaşmazlıklar bizi ciddi şekilde üzmekte ve Türkiye orada çok ilginç bir konumda. 1-2 kez dile getirdim. Mesela New York’ta İsrail Dışişleri Bakanı ile görüşmemde, -tabi Türkiye’nin kaygılarını hep anlattım, nelere dikkate ettiğimizi- şu izlenimi aldım. İsrail Türkiye’nin konumuna, bakış açısına, kişiliğine, gücüne, etkinliğine çok büyük bir önem veriyor ve saygı gösteriyor. Tesadüf aynı gün Filistin Dışişleri Bakanıyla görüştüm ve Filistin bize olağanüstü bir önem vermekte. Türkiye’ye bazı konularda müteşekkir, onu dile getirmekte ve Filistin Dışişleri Bakanı ile olan görüşmemde, -onu ben de hissettim, muhatabım da hissetti- duygu dolu bir görüşme oldu. Çünkü Filistin’in hakikaten çok büyük bir ezilmişliği var. Filistinlilerin uğradığı çok büyük haksızlıklar var ve orada o haksızlığın sonuçlarını, o haksızlığın yarattığı acıyı birlikte paylaştık ve Türkiye’nin çok önemli olan konumu burada ortaya çıkıyor. İsrail’le ilişkilerimiz gayet iyi, karşılıklı saygıya dayanan ilişkiler. Filistinlilerle gayet iyi ve buradan Türkiye’nin birçok konuda oynayabileceği olumlu rollerin, taşıyabileceği olumlu işlevlerin de işaretleri çıkıyor. Bunları bugüne kadar yaptık. Üç ay için konuşmuyorum, genel Türk dış politikası olarak umuyorum bundan sonra daha fazlasını da yapabileceğiz.

Kıbrıs konusunda Türkiye’nin tutumu, tavrı, yaklaşımı bellidir. Bunlar açıklanmıştır. Son olarak benim imzaladığım Ortaklık Konseyi Anlaşması ortadadır ve bu anlayışların, açıklamaların çerçevesinde Kıbrıs’ta Türkiye’nin şu aşamada daha çok ekonomik ağırlıklı girişimleri, destekleri devam etmektedir.

Gene Kıbrıs’da, Kıbrıs’ın meselesini anlatmakta zannediyorum belli ölçüde, çok küçük ölçüde, belli ölçüde demek bile yanlış, çok küçük bir ölçüde, biraz etkili olabildik. Yani hiç değilse bugün bir AB ülkesi AB üyeleri arasında ilk defa birisi, bana göre çok önemli olan birisi, İtalya, Kıbrıs’ta iki siyasi birimin, iki devletin, KKTC ve Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin varlığını resmen kamuoyu önünde dile getirdi. Daha sonra da bu görüşünü teyit etti. Bizim basınımızda da bazı yanlış yorumlar oldu o konuda. Hatta bana özel olarak da teyit edildi ve Kıbrıs’ta bu S-300 konusunu -orada biraz kendi Bakanlığımıza pay çıkarıyorum- çok net, çok açık ve çok inandırıcı bir şekilde, bizim açımızdan itimat telkin eden bir şekilde dünyaya anlatmaya başladık. Hatta belli bir ölçüde de anlatabildik. Benim bütün dış temaslarımda, New York’ta bir hayli, çok yüksek sayıda Dışişleri Bakanıyla konuştum ve konuyla biraz ilgili olan, Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz ülkeleri, BAB üyesi ülkeler ve Amerika. Bu ülkelerin Sayın Dışişleri Bakanlarıyla yaptığım bütün görüşmelerde özellikle S-300 konusunu işledim. Dış basınla olan temaslarımda gene S-300’leri işledim ve zannediyorum konuyu anlatabildim. Bu girişimin sadece Türkiye’nin güvenliği açısından değil, Doğu Akdeniz’in güvenliği açısından, hatta Ortadoğu’nun güvenliği açısından ne kadar önemli olduğunu, nasıl bir tahrikin ve yanlışın yapılmakta olduğunu, muhataplarıma anlattım ve zannediyorum muhataplarımı belli ölçüde ikna edebildim. Yani S-300’ler konusunu bizim Bakanlığımız gereğince dünya kamuoyuna, dünya Dışişlerine yansıtmıştır ve bunun sonuçlarını da belli ölçüde almıştır.

S-300’ler konusunda bir noktaya daha değinmek istiyorum. Şimdi, tabii dış siyasette daima olabilecek kötü senaryoyu dikkate almak ve ona göre hesap tutmak icap eder ve o çerçevede bizim Dışişleri Bakanlığı olarak düşüncemiz -hükümetin düşüncesine de katılıyoruz bu açıdan, ona da geleceğim- şudur : S-300 konusunda biz Dışişleri Bakanlığı olarak biz kendi görev alanımızda “bekleyelim, bakalım, belki bu S-300’ler gelmez, belki konuşlandırılmaz, onun için bekleyelim. Eğer yaparlarsa o zaman biz de politikalarımızı harekete geçirelim”. Kesinlikle böyle bir yaklaşımda değiliz. Tam aksine, biz S-300’lerin Kıbrıs Rum Kesimi tarafından beyan edildiği üzere, oraya yerleştirileceğini hesaplayarak, hangi önlemi geliştireceksek, hangi politikayı geliştireceksek, şimdiden, bugünlerden başlayarak geliştiririz. Yani son dakikayı beklemeyeceğiz. “Belki de hiç gelmez, belki de onlar konuşlandırmadan önce biz anlaşırız” gibi bir düşüncede olmayacağız. Biz politikalarımızı şimdiden oluşturacağız ve zannediyorum olayın güvenlik boyutu, askeri boyutu da hükümetimiz tarafından bu çerçevede ele alınacak, bu şekilde yaklaşılacak ve “bekleyelim son dakikayı, bunlarda gelsin oraya konuşlandırılsın, ondan sonra da Türkiye öyle birşey yapar ki, ne yaparsa o zaman yapar” gibi bir yaklaşımda değil, tam aksine zamanı geldiğinde karşı önlemlerimizin alınmaya başlaması. Yani son günün beklenilmemesi. Bu da bizim çok paylaştığımız bir konudur.

Yunanistan meselesine kısmen gireceğim. Çünkü Yunanistan konusunda ayrıntılı denilebilecek bir not size sunulacak. Biraz da hassas konu olduğu için onu yazılı vermeyi tercih ettim. Kısaca değiniyorum. Yunanistan’la biz aslında bu üç ay ilk başlangıcında çok olumlu bir adımla yola çıktık. Yani biliyorsunuz, malum Madrid Zirvesindeki temaslar ve bunun sonucunda da bir uzlaşma, bir iyi niyet, bir diyalog metni, yani “görüşmeyle meseleleri çözeceğiz” anlayışı, bunu imzaladık ve doğrusu benim beklentim şuydu : Bu Madrid Uzlaşmasının ardından zaten Nisan ayında Yunanistan’ın ve Türkiye’nin birlikte kabul ettiği, o Akil Adamlar Komitesi denilen -ve çok güzel düşünülmüş o Akil Adamlar olayı, zaten Nisan ayında her iki tarafta da kabul ettiğini belirtmiş diyaloga da gireceğiz, artık barışla çözeceğiz diye anlaşma yapıldı. Benim beklentim, sadece benim değil Bakanlığımızın beklentisi, bu Akil Adamlar Kurulu’un çalışmaya başlayacağı ve kendi görevi icabı Türkiye ile Yunanistan’ın öne koyacağı, ortaya koyacağı bütün meseleleri inceleyecek ve vardığı sonuçları da iki ülkenin onayına sunacak. Yani beklentimiz buydu. Hatta ben biraz da bu konuya iyimser baktığımdan şunu da yaptım : Bakanlığımızda arkadaşlarımızdan rica ettim ve Yunanistan’a Türkiye’nin önerebileceği üç tane büyük ekonomik işbirliği projesinin hazırlıklarına başladık. Projeleri yeniden hazırlamak değil, zaten Bakanlığımızın geçmişte hazırlamış bulunduğu bazı büyük ekonomik işbirliği projelerini yeniden gözden geçirelim, hemen ardından Sanayi Odasıyla, Ticaret Odasıyla temaslar kuralım. Onlar gelip bir baksınlar ve biz de bunu Yunanistan’a önerelim. Benim düşüncem oydu. Toplansın bu Akil Adamlar, hemen onun ardından, onların sonucunu beklemeden böyle bir girişimde bulunacaktık. Şimdi bunların hiçbiri olmadı. Yunanistan gerçekten anlaşılması zor bir politika içine girdi ve birden bire mesela Akil Adamlar’ın toplanması Türkiye’nin Kardak konusunu Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) götüreceğini beyan etmesine bağlandı. Birtakım önkoşullara bağlandı bu Akil Adamlar’ın biraraya gelmesi. Oysa böyle birşey yoktu. O noktaya olay geldi ki, diyalog, “diyalog olur ama diyalog olması için önce Türkiye başvursun, Kardak konusunu UAD’na götürsün” gibi hiç olmayan ön koşullar yaratıp, bu diyalogtan, bu görüşmeden Yunan tarafı her nedense uzak durdu, uzak durmaya çalıştı. Bunun tabii nedenlerini biz değerlendirmeye çalıştık. Çünkü anlaması ve anlatması, anlaşılması zor bir durum. Diyor ki Yunanistan mesela, Eylül’de bu çok yoğunlaştı, “Türkiye Kardak sorununu UAD’na götürmezse, bunu açıklamazsa diyalog kesilir”. Tavır bu. E peki biz Madrid’de imzalarken Temmuz ayında Kardak meselesi vardı. Türkiye Kardak meselesini UAD’na götürmek gibi hiçbir taahhütte bulunmamıştı, buna rağmen Yunanistan bir diyalog, uzlaşma, anlaşma metnini imzalıyor. Temmuz ayında. Kardak meselesi de var. Ama imzalıyor. Yani ikisini birbirinden ayrı tutuyor. Ondan sonra 1,5-2 ay geçtiğinde bize diyor ki, “Biz sizinle oturup görüşmek için, yahut o Akil Adamları toplamak için biz sizinle ancak şu şekilde bunu yaparız : Kardak meselesini UAD’na götürürseniz.” Bu yaklaşım gelişti. Mesela, New York’ta Sayın Yunan Dışişleri Bakanının hakaretamiz ve bütün dünyada da kınanan sözlerle yaptığı açıklamada, dedi ki “Şu şu Türklerle biz diyaloga girmeyiz”. Diyaloga girmeyiz, müzakere etmeyiz, görüşmeyiz gibi bir yaklaşım. Bunu Sayın Pangalos getirdi ve gene tabii bu Kardak meselesiyle de bir şekilde bağladı. Bu tabii çok çelişkili. Bir yandan Sayın Pangalos bunu söylüyor “Biz Kardak meselesini Türkiye getirmezse görüşmeyiz” diyor. Türkiye götürmüyor, böyle birşeyi yok. Bir yandan da mesela Yunan Başbakanı Başbakanımızla görüşme talebinde bulunabiliyor. Böyle bir çelişki. Bu Yunan politikasının biraz kendi iç çelişkileri, ondan kaynaklanıyor, biraz garip bir yaklaşımdan kaynaklanıyor. Ama sonuç olarak Yunanistan’ı anlamakta bir sıkıntımız var.

Şimdi tabi burada Yunanistan olayını değerlendirirken başka faktörlere de bakmamız lazım. Bir defa biz bu konuları dünya kamuoyuna ve ilgili Bakanlara çok iyi anlatmaya başladık.

Türkiye bir Yunanistan meselesini, bir Ege meselesini, bir Kardak meselesini her zaman iyi anlatmıştır ama zannediyorum Bakanlığımız tarafından biraz daha iyi anlatılmaya başlandı. Buna bir örnek olarak şunu söyleyeyim : Benim daha ilk temasımda dikkatimi çeken, özellikle AB Bakanlarıyla yaptığım konuşmalarda, lafın bir yerinde deniyor ki “Türkiye ile Yunanistan ilişkileri düzelse çok iyi olur. Bizim açımızdan çok önemlidir. Kardak konusunda Yunanistan çok hassas. Türkiye bu konuyu UAD’na götürebilir mi?”. Yani hep geliyor, geliyor oraya geliyor konu. Şimdi biz burada biz bir çalışma yaptık. Yapılmış çalışmaları yeniden değerlendirdik ve şöyle bir tavır geliştirdik. Dedim ki “Bu bana söylendiğinde, bir defa iki ülkenin konusu olan bir meselenin çözümü tek bir ülkeden beklenemez”. Bunu bir defa çok net koyuyorduk. “Siz niye bizimle konuşuyorsunuz? Eğer siz iki ülke, Yunanistan ve Türkiye’nin arasındaki meseleyi çözmek istiyorsanız, o zaman bir defa gidin Yunanistan’la da konuşun. Bu birincisi. Yani böyle iki de bir de sanki Türkiye tek başına herşeyin sorumlusuymuş gibi bizim önümüze getirmeyin.” İkinci kullandığımız mantık şu oldu : Dedik ki “Siz bu konuyla, Kardak konusuyla ilgilisiniz. Bunu anlıyoruz. Bir de öneriniz var. UAD’na bunu götürün diye. Peki Kardak sizi rahatsız ediyor da 12 ada neden rahatsız etmiyor. Üstelik bu 12 ada, Kardak gibi çaresiz bir kaya parçası değil. Bu 12 ada tepeden tırnağa silahlanmış bir vaziyette. Silahlarını Türkiye’ye yöneltilmiş vaziyette ve bu silahlanma Lozan Anlaşmasına da, Paris Anlaşmasına da aykırı. Çünkü bu anlaşmalar diyor ki ‘bu adalarda silahlanma olmayacak’. Oysa bir silahlanma var. Siz bununla neden ilgilenmiyorsunuz?” İkinci sualim “Kardak UAD’na götürülsün. Peki. Niye bunu bize söylüyorsunuz da Yunanistan’ın UAD kararlarına koymuş olduğu, getirmiş olduğu sınırlamayı, şerhi neden hiç dikkate almıyorsunuz? Yahut biliyor musunuz böyle bir şerh olduğunu?” Şimdi bir mahkeme diyor Yunanistan. Devamlı Batı Avrupalılar da bize söylüyor, “hadi işte götürün bunu, UAD çok ciddidir, çok doğrudur, buna gelsin konu” deniyor. E peki Yunanistan. Yunanistan şunu yapmış, UAD’nın yetkisini kabul ederken bir kayıt getirmiş ve demiş ki “Yunanistan’ın güvenliğine ilişkin meselelerini bu mahkeme görüşemez”. Bunu da Yunanistan yapmış. Ha bir yandan Yunanistan kendine ilişkin, kendini zayıf gördüğü konuları o mahkemenin görüşmemesi için kayıt getiriyor, bir yandan da bize “hadi mahkemeye Kardak meselesini sunun” diyor. Şimdi bu çelişkileri çok anlatmaya çalıştık. Galiba da belli bir ölçüde başarılı olduk. Çünkü Batı Avrupalının ahlak ölçülerinde belli bir nokta vardır. Siz eğer objektif bir konuda, objektif olarak haklıysanız ve bu objektif haklılığınızı doğru bir şekilde anlatırsanız, o zaman kolay kolay kendilerini sizin karşınızda, o objektif gerçekleri bile bile, aksini yapan bir konuma düşürmek istemezler. Bu da onların ahlak sistemindeki olumlu taraflardan biridir ve orada tartışmaya dahi giremediler. Bunları söylüyorsunuz, diyorsunuz ki “O zaman sen söyle, niye ben Kardak meselesini götüreyim? Neden öteki konularla ilgilenmiyorsunuz? Niye sadece Türkiye’nin bir konusunu alıp alıp önümüze çıkarıyorsunuz?” Bunları zannediyorum çok iyi anlattık. Bunların belli ölçüde etkisi oldu.

Gene Yunanistan’la meselerimizde ilginç bir konu . Biliyorsunuz bu Ege üzerinde Yunanistan’la Türkiye farklı iki yaklaşıma sahip. Yunanistan diyor ki, “Ege’de Türkiye ile aramızda bir tek Kardak meselesi vardır ve bu Kardak meselesini, Ege konusundaki tek çözüm mercii UAD’dır. Dolayısıyla Türkiye Kardak meselesini UAD’na götürsün. Başka da birşey olmaz. Ege bundan ibarettir.” Bu Yunan tezi. Basitleştirerek anlatıyorum ama tez bu. Bizim yaklaşımımız gene böyle çok basitleştirilmiş şekliyle “Yunanistan’la Türkiye arasında Ege’de çeşitli sorunlar vardır. Bu çeşitli sorunların çözümü, BM’in de öngördüğü çeşitli çözüm mekanizmalarından iki tarafın mutabık kalacağı mekanizmalardır.” Bizim yaklaşımımız “Birden çok mesele var. Bu meseleleri çözmek için de birden fazla çözüm yolu var.” Bu da bizim yaklaşımımız. Aslında bu iki farklı tez çok önemli. Bizim New York’ta olduğumuz günlerde ABD Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yaptı. Açıklamanın konusu da “Ege’deki Türk-Yunan ihtilafları”. Konu da bu. Orada kendi anlayışını getirdi. Şimdi çok ilginçtir. Amerika’nın getirdiği, Ege ve Türk-Yunan sorunlarına bakış açısı bizim bakış açımıza çok yaklaşan bir şekilde ortaya kondu. Yani Türkiye’nin bakış açısına ve bu tabii Ege açısından fevkalade önemli. Bölgede etkili bir devletin “Türkiye ile Yunanistan arasında Ege’de çok sayıda sorun olduğunu” beyan etmesi ve “bu soruların UAD dahil olmak üzere iki tarafın üzerinde mutabık olacağı çeşitli çözüm mekanizmalarıyla çözülebileceğini” beyan etmesi devlet politikası olarak son derece önemli. Ve bu tabi Türkiye’miz açısından da iyi bir gelişme. Nitekim Yunan basınında Sayın Pangalos’un yakışıksız sözleri bu açıklamaya duyduğu öfkenin bir sonucu olarak da yorumlandı.

Şimdi, biz aslında Yunanistan’la dost olmak istiyoruz. Bakanlığımızın politikası budur, hükümetimizin politikası budur. Ancak dost olacağız diye tabii ki menfaatlerimizi hiçe saymak niyetinde de değiliz. Elbette kendi menfaatlerimizi, kendi güvenliğimizi koruyarak, savunarak, önde tutarak dost olmak istiyoruz. Aslında Yunanistan’ın bu Türkiye’ye düşman diye bakmaktan, Türkiye’den korkmaktan belki de, efendim Türkiye meselesini bir çeşit iç politika malzemesi gibi kullanmaktan uzaklaşması lazım ve hakikaten Türkiye’ye dostça, iyi niyetle yaklaşması lazım. Eğer bunu yapabilirse biz bütün iyi niyetimizle Ege’yi bir dostluk köprüsüne dönüştürmeye hazırız. Bunu daha önceki hükümetlerimiz de ortaya koymuştur. Bizim politikamız da budur ve bu konuda Yunanistan’ın biraz daha akl-ı selim ile davranmasını beklemekteyiz.

Bir başka önemli konu, Avrupa Birliği. AB’ni de gene hatırlarsanız burada konuşurken ben politikamızı açıklamıştım. “Elbette bizim açımızdan önemli bir hedef, önemli bir sorun olduğunu” söylemiştim ama “Türkiye tek bir konuda, tek bir saplantıda kendi geleceğini aramak gibi bir çaresizlik içinde değildir” demiştim ve “bu hedefin gerçekleşmesi için Bakanlığımızın da şahsen benim de çok gayret sarfedeceğimizi, fakat bu olursa olur, olmazsa da olmaz diye baktığımızı” anlatmıştım. Üç ay önce bu konu az önce belirttiğim gibi, AB açısından tamamlanmış bir olaydı. Yani o kadar tamamlanmıştı ki, yani mesala F. Almanya’nın resmi politika belgesinde şöyle denmekteydi: Bu AB’nin genişleme sürecine bakıldığında, önce anlatılıyor. Görüşmelerin bu altı ülke ile nasıl başlatılacağı, diğerlerinin aday konumunda olduğunu anlatıyor. Sıra Türkiye’ye geldiğinde şu ifade kullanılıyor : “AB politikalarımız aynı zamanda yaygın, kapsayıcı Avrupa güvenlik mimarisini gerçekleştirmeye dönüktür. Bu süreç içinde, AB -tercüme ettiğim için, tam da tercüme etmek istediğim için cümle kuruluşu bakımından doğru olmayacak ama tam tercüme etmek istiyorum- diyalogunu, işbirliğini ve ortaklığını şu ülkelerle ve şu komşularla güçlendirmelidir. Rusya ile, Ukrayna ile, Türkiye ile ve Akdeniz bölgesindeki diğer ülkelerle.” Yani biz görevi devraldığımızda Türkiye’nin AB tarafından algılanışı bu idi. Yani uzakta, esas olayın dışında, Akdeniz’deki diğer ülkeler gibi, Ukrayna gibi, Rusya gibi, bazı komşular gibi bir Türkiye. Taa 63’ten, 64’ten beri anlaşmalar imzalamış, Gümrük Birliğine girmiş, bunca yıl bu konuda birçok gelişmeler yapmış, adaylık iddiası olan, adaylığını ortaya koymuş bir Türkiye değil. Tabir mazur görülürse işte “dış kapının dış mandalı” falan derler, öyle bir Türkiye. Şimdi biz AB konusunda hükümetimiz ve Bakanlığımız ciddi bir politika izledik. Hiç kimseye böyle gidip de “Aman ne olur bizi alın. Almazsanız şunu yaparız, bunu yaparız” gibi bir yaklaşım değil. Fakat Türkiye’nin haklılığını, Türkiye’nin konumunu ve Türkiye’ye haksızlık yapıldığını, bizim de bu haksızlığın bilincinde olduğumuzu ve o haksızlığın elbette ilişkilerimize olumsuz yansıyabileceğini, bundan sakınmamız gerektiğini ciddi şekilde anlattık. Çok da uğraştık bu konuda.

Peki ne oldu? Bugün neredeyiz? Onu da çok net, objektif olarak söyleyeyim. Şimdi bu girişimlerden sonra AB Türkiye konusunda yeni bir değerlendirme yapıyor. Bu değerlendirmede bazı ülkeler, benim “iyi, güzel, doğru” diyebileceğim az sayıda ülke bir noktada gözüküyor. Yani az sayıda ülke benim de kabul edebileceğim bir noktada gözüküyor. Birçok ülke belki benim kabul etmeyeceğim, etmeyeceğim dediğim, “hayır, bu olmaz” şeklinde değil de, içime sindiremeyeceğim diye söyleyeyim, ama gene de Türkiye açısından bir gelişme sayılabilecek, bir öneri hazırlığı içinde gözüküyor. Bu olacak mı, olmayacak mı? Onu bilemem. Fakat böyle bir gelişme var. Böyle bir gelişmeyi ben New York’taki temaslarımda somut olarak konuştum ve gördüm. Örneğin bizim Türkiye konularında genellikle çok ihtiyatlı olan İngiltere’nin Türkiye’nin aday ülkeler arasında ve çıkış noktasında onlarla aynı çizgide olmasına dönük bir düşünce geliştirdiği izlenimini aldım. Böyle yapıyorlar diye başkasının adına konuşmam fakat böyle bir izlenim aldım.

Gene AB bağlamında, daha tabi bütün üye ülkeler Türkiye’ye karşı çok olumlu bakış açıları içindeler falan, öyle değil. Ben o görüşte değilim, ama bütün üye ülkelerde Türkiye’ye dönük bir gelişme, “birşey yapabilir miyiz, Türkiye bu söylediklerinde haklı, biz bir çözüm arayabilir miyiz?” gibi bir hassasiyetin başlamış olduğu, bu bir vakıa.

Tek tek bütün konulara girmek istemiyorum, ancak Balkanları söyledim. Ortadoğu ile bu üç aydan daha fazla ilişkimiz olacak. Türk Cumhuriyetleriyle bazı çalışmalar başlatmak ümidindeyim. Hatta Türk Cumhuriyetleriyle biraz daha üst düzeyde teması organize etmek düşüncesindeyiz. Bunları zaman içinde gerçekleştireceğiz ve üç aylık sürede yapılandan elbette daha fazlasını önümüzdeki dönemde gerçekleştireceğiz.

Ben şimdi kısaca yöntem meselesine değinmek istiyorum. Sanırım Bizim Bakanlığımızın ve bu üç ayın gözükmeyen belki fakat önemli gelişmesi şu oldu : Biz Türkiye’nin dış sorunlarını, dış ilişkilerini bir koordinasyon içinde, danışarak, Bakanlığımızın dışından düşünce girdisi sağlayarak çalıştık. Küçük bir ölçüde bunu yaptık. İleride daha fazlasını yapacağız ve bunu yaparken de hem hükümet düzeyinde, hem de bizim dışımızdaki başka sivil toplum örgütleri düzeyinde devamlı bir danışma sürecine girdik. Mesela bir AB konusunu ben sendikalarla konuştum, işveren sendikalarıyla konuştum, esnaf birliğiyle konuştum, AB konusundaki başka sivil toplum örgütleriyle konuştum. Bu yeterli mi? Bence yeterli değil ama bir başlangıç olarak bunu yaptık ve buna devam edeceğiz. Siyasetin katkısını, siyasi katkıyı, katılımı Dışişlerine henüz yeterince alabilmiş değiliz. Onun mekanizmalarını da oluşturacağız. Ben Meclis’teki bütün milletvekillerinin, Meclis’teki siyasi partilerin dış politikayı sadece kendi dışlarında meydana gelen, gazetelerden öğrendikleri ve eleştirdikleri bir olay olmaktan çıkarmak amacındayım, onun yerine oluşumuna katkıda bulundukları ve belli bir düzeyde sorumluluğunu paylaştıkları bir olaya dönüştürmek istiyorum.

Ayrıca, bu bağlamda, akademik çevrelerin katılımı. Daha henüz o konuda birşey yapamadık. Vakit olmadı açıkçası. Dünyanın gelişmiş dış politika uygulamalarında bu çok önemli. Dış politika oluşurken ilgili üniversite çevrelerinin mutlaka o dış politikaya bir katkısı, katılımı oluyor. Bunu yeterince organize edebilmiş değiliz. Bunu da mutlaka yapacağız.

Basınımız tabii çok önemli. Çünkü basın bizim Bakanlığımızla halkın, toplumun arasında bir köprü görevi taşıyor bir defa. İkincisi, hani demin söylediğim, siyaset çevresi, üniversite bilim dünyasından almak istediğimizi, basın dünyası bize sürekli veriyor. Yani basın dünyası bize sadece haberleriyle değil, sadece yorumlarıyla değil ama bir bütün olarak, ben mesela her sabah bütün gazetelerde çıkan bütün dış haberleri, bütün dış yorumları okuyorum ve o bana bir takviye oluyor, bir bilgi akışı oluyor, birikim akışı oluyor. Şu anda öngördüğüm katkılardan tek tatmin edici düzeyde olanı.

Daha etkin bir Dışişleri Bakanlığı nasıl yapabiliriz, nasıl olabilir? Bu konuda çalışmamız var. Zannediyorum, önceden açıkladığımız ilkeler doğrultusunda Dışişleri Bakanlığımızın ekonomi diplomasisine ve kültür diplomasisine dönük, daha üretken olmasını sağlaması açısından, kendi organizasyon düzenimizde bazı yenileşmeler yapacağız. Bunun hazırlıkları devam ediyor ve bu arada ileriye dönük bir-iki çalışma. Birisi daha yakın gelecek, öbürü orta vade. Şimdi önümüzdeki yıl Türkiye’mizin çok önemli bir yıldönümünü kutlayacağız. Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin 75. yıldönümü. Bu 75. yıldönümünde ve hemen onun arkasından gelen 700. yıl, bizim Osmanlı tarihimizin 700. yılı ve o 700 yılı taçlandıran, belki en ileri düzeyde sonuçlandıran Cumhuriyet ihtilali ve Cumhuriyetimizin 75. yıldönümü. Önümüzdeki yıl için birçok ülkenin çok geniş bir ülke katılımının bilim adamlarıyla bir araya geleceği ve Türkiye modelini tartışacağı bir bilimsel çalışma düşünüyoruz. Yani bu bilimsel çalışmada Türkiye modeli tartışılacak, Türkiye’nin Cumhuriyet modeli. Türkiye modelinin bütün dünya için, özellikle de bizim gibi İslam geleneğine sahip ülkeler açısından olağanüstü önemini, belki biz yeterince Türkiye olarak çok da değerlendiremedik ama, bunu böyle uluslararası bilimsel bir toplantıda çok daha iyi değerlendirip dünyaya yeniden sunabilmemizi mümkün kılacak bir bilimsel çalışma.

1999, gerçi ona vakit olduğu için üzerinde çok fazla düşünülmüş değil ama, 1999’da bizim tarihimizin belli bir kesitinin başlangıcının 700. yılı. Burada şöyle bir düşünce var. Daha çok düşünce düzeyinde ama vakit de var önümüzde. Tabii hiçbir ülkenin tarihi baştan sona bembeyaz sayfalardan oluşmaz. Elbette bizim de çok uzun tarihimizde doğru olmayan bazı olaylar da mevcuttur. Fakat bizim tarihimiz hakikaten bütünlüğü itibariyle dünyaya hoşgörü tarihi diye geçebilmiş, hoşgörünün tarihi diye kabul edilebilmiş bir dönemdir ve bu tarihimizi çok sayıda devletle, ulusla birlikte paylaştık ve yaşadık. İyi günümüz oldu, kötü günümüz oldu. Ancak şu anda dünya coğrafyasına baktığımızda biz tarihimizi Balkanlar’daki çok sayıda devletle, Kuzey Afrika’ya gidebiliriz, Ortadoğu, hatta Karadeniz’in kuzeyi, Kafkaslar, çok büyük coğrafyada yer alan ve bugün her biri devlet olan, aşağı yukarı her biri, geniş bir toplulukla biz bu tarihi paylaştık ve birlikte yaşadık. Bu çerçeveden hareketle gene tamamen bilimsel düzeyde olaya bakarak ve bilim adamlarını biraraya getirerek ve özellikle de bu coğrafyayı, bu tarihi bizimle birlikte paylaşmış, yaratmış ve yaşamış olan ülkelerin, toplumların bilim adamlarıyla 700 yıllık bir tarihin belli yönlerinin irdelenmesi, incelenmesi olarak bunu düşünmekteyiz. Bu konuda daha önümüzde vakit var ama bunu da geliştirmeyi öngörmekteyiz.

Şimdi efendim suallere geçmeden, ben elbette bir üç ayı objektif değerlendirebilme mevkiinde değilim. Yani çok tarafım burada. Ancak bana göre gerçekten ve tabii ki öncelikle arkadaşlarımızın, Bakanlıktaki arkadaşlarımızın emeğiyle, birikimiyle, herkesin iyi niyetli çalışmasıyla üç ayda aldığımız mesafe önemli mesafedir. Türkiye’nin güvenliği, Türkiye’nin menfaati, demin belirttiğim gibi, halkımızın ekmeği, çocuklarımızın geleceği yolunda biz mesafe aldık ve umuyorum, hatta inanıyorum, bundan sonra bu mesafeyi daha da hızla alacağız, daha ileri noktalara Türkiye’mizin Dışişlerini ulaştıracağız. Ben kendi payıma gerçekten faydalı, verimli ve de keyifli bir çalışma döneminin içindeyim. Umuyorum bundan sonra daha iyisiyle biz gene burada olacağız, gene basınımızın karşısında olacağız.

TR-GR/Aksu

Lisansüstü çalışmalarını Türkiye'nin Yunanistan'la olan uyuşmazlıkları üzerine yürüttü. Türkiye'nin dış politikası ve dış politika krizleri özelinde çalışmalarını yoğunlaştırmaktadır. www.tdpkrizleri.org / www.tfpcrises.org / www.turkishgreek.org sitelerini hazırlamaktadır.

Learn More →